KİRA İLİŞKİLERİNDE ZORUNLU ARABULUCULUK UYGULAMASI

’Konut Kirasına İlişkin Güncel Sorunlar’’ başlıklı yazımızda belirttiğimiz üzere bu çalışmamızda, kira ilişkilerinde zorunlu arabuluculuk uygulaması ele alınacaktır. Hukuki alanda yapılan yenilikler neticesinde tarafların direkt olarak uzun bir yargılama sürecine dâhil olmadan haklarından haberdar olabilmeleri ve çözüm odaklı yaklaşım sergileyip anlaşmaları amacıyla kira ilişkilerinde zorunlu arabuluculuk uygulaması, 1 Eylül 2023 itibari ile yürürlüğe girmiştir.

Kiracı ile ev sahibi arasındaki ilişkiye yönelik hükümleri de içeren “İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, TBMM Genel Kurulunca 05.04.2023 tarihinde kabul edildi. Bu Kanuna göre, kiralanan taşınmazların İcra İflas Kanununa göre ilamsız icra yoluyla tahliyesine ilişkin hükümler hariç olmak üzere kira ilişkisinden kaynaklanan uyuşmazlıklar (İcra İflas Kanununa göre kiracı, kira parasını ödemedi, kiraya veren İcra İflas Kanunu’na göre ilamsız icra yolu ile kira parasını almak ve kiracıyı kiralanandan tahliye etmek amacıyla tahliye yoluna başvurdu ise bu uyuşmazlık için arabulucuya gitmeye gerek bulunmamaktadır.), taşınır ve taşınmazların paylaştırılmasına ve ortaklığın giderilmesine ilişkin uyuşmazlıklar, Kat Mülkiyeti Kanunu’ndan kaynaklanan uyuşmazlıklar, komşu hakkından kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması şartı aranacaktır. Söz konusu uygulama 1 Eylül 2023 tarihi itibariyle yürürlüğe gireceğinden bu tarih evvelinde açılacak tüm dava ve oluşacak uyuşmazlıklar için arabulucu zorunluluğu vuku bulmayacaktır ancak 1 Eylül’den itibaren bir mal sahibi veya kiracı, dava açmak istediği takdirde arabuluculuk sürecini geçmeden doğrudan dava açamayacak ve dava açsa bile davası usul yönünden reddedilecektir.

Kira uyuşmazlığının arabuluculuk yöntemiyle çözümü mahkeme yargısına göre birtakım avantajlara sahiptir. Günümüzde mahkeme yargısı uzun yıllar sürmekte, dava masrafları söz konusu olmaktadır. Bununla birlikte, yargılama süreci boyunca taraflar arasındaki ilişkinin devamı ve geleceği zarar görmektedir. Hak temelli bir yargılama olan mahkeme yargılaması sonucunda kanunlar çerçevesinde verilen karar taraflar için bağlayıcı olmaktadır. Arabuluculuk yöntemi ile uyuşmazlığın çözümü kısa zaman içerisinde sağlanabilmektedir. Bununla birlikte en önemlisi taraflar arasındaki ikili ilişkinin korunması sağlanmaktadır. Arabuluculuk menfaat temelli bir uyuşmazlık çözüm yöntemi olduğundan taraflar anlaşacakları konuları serbestçe belirleyebilmektedir. Arabuluculuk, kira uyuşmazlıklarının çözümünde hızlı ve etkin bir çözüm yöntemi olarak uygulanabilecektir.

Bulunduğumuz çağda en sık karşılaşılan kira uyuşmazlıkları içerisinde; Kira Bedeli ve Zam Talepleri, Depozito İadesi, Bakım ve Onarım Sorumluluğu, Sözleşmenin Feshi, Konutun Durumu ve Eksiklikleri, Haksız Fesih ve Tahliye Davaları bulunmaktadır. Bu uyuşmazlıkların çözümü, mahkemelerde açılacak dava ile sağlanmaya çalışılsa da bu süreç hayli uzun bir vaziyet almaktadır. Zorunlu arabuluculuk uygulaması ile beraber ilk çözüm, arabuluculuk yoluyla sağlanacaktır. Kira uyuşmazlıkları da tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebildikleri bir konuya ilişkin olduğundan arabuluculuk yöntemiyle çözüme kavuşturulması mümkündür. Arabuluculuk görüşmeleri üç hafta içerisinde tamamlanacak ve zorunlu durumlarda arabulucu tarafından bu süre, en fazla bir hafta daha uzatılabilecektir. 

Arabuluculuk sürecini kimin başlatacağı hususuna değinecek olursak talepte bulunacak kişi yani arabuluculuğun olumsuz sonuçlanması akabinde dava açacak olan kişi, süreci başlatır. Arabuluculuk sürecinde önce genellikle bir ön görüşme toplantısı yapılır. Bu ön görüşmede arabulucu; arabuluculuk sürecini, faydalarını ve diğer çözüm yöntemleri ile mukayesesini taraflara açıklayarak gizlilik ilkesinden ve varacakları sonucun her iki tarafı da bağlayıcı olacağından bahseder.  Bu görüşmede genel esasları belirleyen bir tutanak imzalanarak her iki taraf için uygun olan bir oturum tarihi belirlenir. Kararlaştırılan tarihteki oturumda, taraflardan iddialarını ve çözülmesini istedikleri konuları belirten kısa bir sunuş yapılması istenir. Arabulucu her iki tarafa eşit söz hakkı vererek konuların açık ve net bir şekilde anlaşılması ve çözüm için nelere ihtiyaçları olduğu konusunda yardım eder. Tarafların birbirleriyle iletişim kurmaları, birbirlerinin ortak yönlerini daha iyi anlamaları, hukuki durumlardaki güçlü ve zayıf noktalarını düşünerek çözüme ulaşılmaması halinde ortaya çıkacak sonuçları görmeleri, böylece uyuşmazlığı sona erdirecek çözümler üretmeleri amaçlanır. Arabuluculuk sürecinin sonunda uyuşmazlık konularının bir kısmında ya da tümünde anlaşma sağlanabileceği gibi uyuşmazlık devam da edebilir.  Arabuluculuk sonucunda anlaşma sağlanmazsa mahkemelerde dava açmak ve yasal süreçlere başvurmak makul bir yol haline gelecektir. Normal şartlarda toplantıya bahsettiğimiz gibi taraflar veya vekiller katılır ancak bu zorunlu bir durum değildir. Toplantıya gidilmez ise arabulucu, anlaşmama yönünde bir tutanak düzenler ve dava yolundan devam edilir.

Sonuç olarak fahiş bir biçimde artan kira bedelleri sebebiyle kiracı ve kiraya veren arasında meydana gelen çatışma ve uyuşmazlıklar artış göstermektedir. Bu duruma binaen açılan dava sayısı da haliyle artmaktadır. Artan dava sayıları, oluşabilecek iş yüklerini de beraberinde getirmekte ve taraflar adına mağduriyet nüksetmektedir. Kira ilişkilerinde zorunlu arabuluculuk uygulaması ile dava öncesinde çözüm ihtimali artacak ve taraflar ciddi bir yargılama masrafından kurtulmuş olacaktır.

Av. Elvan ÖNAL

 

7456 SAYILI “6/2/2023 TARİHİNDE MEYDANA GELEN DEPREMLERİN YOL AÇTIĞI EKONOMİK KAYIPLARIN TELAFİSİ İÇİN EK MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİ İHDASI İLE BAZI KANUNLARDA VE 375 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMEDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUNUN GETİRDİĞİ YENİLİKLER

7456 SAYILI  “6/2/2023 TARİHİNDE MEYDANA GELEN DEPREMLERİN YOL AÇTIĞI EKONOMİK KAYIPLARIN TELAFİSİ İÇİN EK MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİ İHDASI İLE BAZI KANUNLARDA VE 375 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMEDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUNUN GETİRDİĞİ YENİLİKLER

Kanun, 15.07.2023 Tarih ve 32249 Sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır.

Yapılan düzenlemeler ile bazı vergi kanunlarında değişiklikler yapılmıştır. Yapılan düzenlemelere istinaden konulan yeni vergiler özetle;

  •    Ek motorlu taşıtlar vergisi konulması,
  •    GEKAP oran ve miktarlarının artırılması için Cumhurbaşkanına yeni yetki verilmesi,
  •    Taşınmaz satış kazançlarında uygulanan kurumlar vergisi ve katma değer vergisi istisnasının kaldırılması,
  •    Kurumlar vergisi oranının 5 puan artırılması
  •    İhracattan elde edilen kazançlara uygulanan 1 puanlık indirimin 5 puana çıkartılması,
  •    Taşınmazların kısmi bölünmeye konu edilmesine son verilmesi,
  • Özel tüketim vergisi tutarlarının belirlenmesinde Cumhurbaşkanı yetkilerinin yeniden düzenlenmesi,
  •    Konut kira artışlarında uygulanan %25 oranı 01/07/2024 tarihine kadar uzatılması,

şeklindedir.

GETİRİLEN YENİ VERGİLERİN DETAYLARI AŞAĞIDAKİ GİBİDİR.

1)- EK MOTORLU TAŞITLAR VERGİSİ GETİRİLMİŞTİR.

7456 Sayılı Kanun 1. Maddesi ile Motorlu Taşıtlar Vergisi Kanununun 5’inci, 6’ncı ve geçici 8’inci maddelerinde yer alan;

(I)    ve (I/A) sayılı tarifelerde yazılı otomobil, arazi taşıtı, kaptıkaçtı ve benzerleri ile motosikletler,

(II)    sayılı tarifede yazılı motorlu kara taşıtları (Minibüs, Panelvan, Otobüs, Kamyonet gibi),

(IV) sayılı tarifede bulunan Uçak ve helikopterler,

Kanunun yayımlandığı tarihte kayıt ve tescilli olan taşıtlar ile 31/12/2023 tarihine kadar ilk defa kayıt ve tescil edilecek olan taşıtlardan, bir defaya mahsus olmak üzere, 2023 yılında tahakkuk ettirilen motorlu taşıtlar vergisi tutarı kadar ek motorlu taşıtlar vergisi alınacaktır.

Ek motorlu taşıtlar vergisi, birinci taksiti bu Kanunun yayımlandığı ayı izleyen ayın sonuna 31.08.2023 kadar, ikinci taksiti 2023 yılının Kasım ayı sonuna kadar olmak üzere iki eşit taksitte ödenecektir.

Ek motorlu taşıtlar vergisinin, bu Kanunun yayımı tarihi ( 15/07/2023) itibarıyla 197 sayılı Kanun kapsamında motorlu taşıtlar vergisi mükellefi olan gerçek ve tüzel kişiler adına bu Kanunun yayımı tarihinde; bu Kanunun yayımı tarihinden 31/12/2023 tarihine kadar ilgili sicillere ilk defa kayıt ve tescil edilen taşıtların sahibi olan gerçek ve tüzel kişiler için ise kayıt ve tescilin yapıldığı tarihte tahakkuk ettirileceği ve tebliğ edilmiş sayılacaktır.

Ek motorlu taşıtlar vergisinden istisna olanlar;

06/02/2023 tarihinde meydana gelen depremler nedeniyle Hazine ve Maliye Bakanlığınca mücbir sebep ilan edilen yerlerde;

-Deprem tarihi itibarıyla kayıt ve tescilli olan taşıtlar,

-Deprem nedeniyle yıkılan veya ağır ya da orta hasarlı hale gelen binaların maliklerine ait taşıtlar,

-Depremlerde ağır hasar görerek kullanılamaz duruma gelen taşıtlar ile deprem nedeniyle eşi veya birinci derece kan hısımlarından birini kaybeden mükelleflere ait taşıtlar da ek motorlu taşıtlar vergisinden istisna edilmektedir.

 

2) CUMHURBAŞKANINA, (GEKAP) GERİ KAZANIM KATILIM PAYI TUTARLARININ 2 KATINA ÇIKARILABİLMESİNE İLİŞKİN YETKİ VERİLMİŞTİR.

2872 sayılı Kanuna ekli (1) sayılı listede yer alan Geri kazanım katılım payları (Poşet ve diğerleri) tutarlarının iki katına kadar artırılması veya yarısına kadar indirilmesi konusunda Cumhurbaşkanına yetki verilmiştir.

3)- KURUMLARIN AKTİFLERİNDE BULUNAN GAYRİMENKULLERİN SATIŞINDA UYGULANAN KDV İSTİSNASI KALDIRILMIŞTIR

Kurumların aktifinde yer alan ve en az iki tam yıl süreyle elde bulundurulan taşınmazların satışı suretiyle gerçekleşen devir ve teslimlerde KDVK’nun 17/4-r maddesinde bulunan KDV istisnası kaldırılmıştır.

15/07/2023 DEN ÖNCE AKTİF DE BULUNAN GAYRİMENKULLERİN SATIŞI İÇİN İSTİSNA DEVAM ETMEKTEDİR

Bu düzenlemeye ilaveten, yine bu Kanunun 8. Maddesi ile KDVK’na eklenen Geçici 43. Madde ile bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce (15/07/2023 den önce) kurumların aktifinde yer alan ve en az iki tam yıl süreyle elde bulundurulan taşınmazların satışı suretiyle gerçekleşen devir ve teslimlerde KDV istisnası uygulanmaya devam edilecektir.

4)- KAMU KURUMU NİTELİĞİNDEKİ MESLEK KURULUŞLARININ DEPREM BÖLGESİNEDEKİ KİŞİLERE BAĞIŞLAYACAKLARI KONUTLARIN İNŞASI İÇİN YAPILAN TESLİMLER İÇİN KDV İSTİSNASI UYGULANACAKTIR.

KDVK’na eklenen Geçici 44. Madde ile Afet bölgesi olarak kabul edilen yerlerde, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı ile imzalanan protokol kapsamında afetzedelere bağışlanacak konutların inşası dolayısıyla kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına yapılan teslim ve hizmetler, 31/12/2024 tarihine kadar katma değer vergisinden istisna edilmiştir.

Bu kapsamda yapılan teslim ve hizmetler nedeniyle yüklenilen vergiler, vergiye tabi işlemler üzerinden hesaplanan vergiden indirilir. İndirim yoluyla telafi edilemeyen vergiler bu Kanunun 32’nci maddesi hükmü uyarınca istisna kapsamında işlem yapan mükellefin talebi üzerine iade edilir.

5) ÖTV KANUNUNA EKLİ (I) SAYILI LİSTEDE YER ALAN MALLARIN MAKTU VERGİ TUTARLARININ ARTIRIMINA İLİŞKİN CUMHURBAŞKANI’NIN YETKİLERİ ARTIRILMIŞTIR.

Özel Tüketim Vergisi Kanununa ekli (I) sayılı listede yer alan malların (AKARYAKIT ÜRÜNLERİ) vergi tutarlarını artırımına ilişkin Cumhurbaşkanına verilen yetki değiştirilmektedir.

Buna göre, Cumhurbaşkanı (I) sayılı listede yer alan maktu vergi tutarlarını, her bir mal itibarıyla söz konusu listede yer alan veya yeniden belirlenmiş sayılan en yüksek vergi tutarının beş katma kadar artırmaya, sıfıra kadar indirmeye, bu sınırlar içinde mal cinsleri, özellikleri, kullanım yerleri veya ithalatın şekline göre farklı tutarlar tespit etmeye yetkili kılınmaktadır.

6)- KURUMLARIN GAYRİMENKUL SATIŞINDAN ELDE ETTİKLERİ KAZANÇLARA YÖNELİK %50 ORANLI KURUMLAR VERGİSİ İSTİSNASI KALDIRILMIŞTIR

Kurumlar Vergisi Kanununun 5/1-(e) bendi uyarınca, kurumların en az iki tam yıl süreyle aktiflerinde yer alan yer alan taşınmazların satışından doğan kazançların %50’lik kısmı kurumlar vergisinden istisna uygulanmıştır.

Kurumların aktifinde en az iki tam yıl süreyle bulunan taşınmazların satışı suretiyle gerçekleşen devir ve teslimlerine yönelik istisna uygulaması kaldırılmaktadır.

Yine bu Kanun 22’inci maddesi ile Kurumlar Vergisi Kanuna eklenen Geçici 16. Maddesi ile söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten önce (15/07/2023 önce) kurumların aktifinde yer alan taşınmazlar için bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren satışlarında, 5520 sayılı Kanunun 5/1-(e) bendinde yer alan %50 istisna oranı %25 olarak uygulanacaktır.

7) -KURUMLARIN AKTİFLERİNDE YER ALAN TAŞINMAZLARIN DEVRİ KISMİ BÖLÜNME KAPSAMINDAN ÇIKARILMIŞTIR.

Taşınmazlar 1 Ocak 2024 tarihinden itibaren KVK’nun 19. maddesinin 3. fıkrası (b) bendi uyarınca yapılacak kısmi bölünme işlemleri kapsamından çıkarılmıştır.

Getirilen değişiklikle 1 Ocak 2024 tarihinden itibaren sadece iştirak hisseleri ile hizmet işletmeleri KVK’nunda öngörülen koşullar kapsamında kısmi bölünmeye konu edilebilecektir.

Düzenlemenin yürürlük tarihi 1 Ocak 2024 olarak belirlendiğinden, taşınmazların 1 Ocak 2024 tarihine kadar değişiklik öncesi KVK hükümlerine göre kısmi bölünmeye konu edilmeleri mümkündür.

Kurumların Diğer Yatırım Fonlarından Elde Ettikleri Gelirlere Yönelik Sağlanan İstisna Kaldırıldı.

Yapılan bir diğer değişiklik ise kurumların, girişim sermayesi yatırım fonu katılma payları ile girişim sermayesi yatırım ortaklıklarının hisse senetlerinden elde edilen gelirlere sağlanan istisna hariç olmak üzere diğer yatırım fonlarından elde ettikleri gelirlere yönelik sağlanan istisna kaldırıldı.

Bu düzenleme, 15.07.2023 tarihten itibaren iktisap edilen yatırım fonu katılma payları için uygulanmak üzere yürürlüğe girmiştir.

8) – KURUMLAR VERGİSİ ORANI ARTIRILDI.

Kurumlar Vergisi oranı %25 olarak uygulanacaktır. Söz konusu oranın; bankalar, 21/11/2012 tarihli ve 6361 sayılı Finansal Kiralama, Faktöring, Finansman ve Tasarruf Finansman Şirketleri Kanunu kapsamındaki şirketler, elektronik ödeme ve para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri, sermaye piyasası kurumlan ile sigorta ve reasürans şirketleri ve emeklilik şirketlerinin kurum kazançları için %30 şeklinde uygulanacaktır.

Diğer taraftan, ihracat yapan kurumların münhasıran ihracattan elde ettikleri kazançlarına 1 puan indirimli olarak uygulanmakta olan kurumlar vergisi oranı, 5 puan indirimli olarak uygulanacaktır.

Bu düzenleme, 01/10/2023 tarihinden itibaren verilmesi gereken beyannamelerden başlamak üzere; kurumların 2023 yılı ve izleyen vergilendirme dönemlerinde elde edilen kazançlarına, özel hesap dönemine tabi olan kurumların ise 2023 takvim yılında başlayan özel hesap dönemi ve izleyen vergilendirme dönemlerinde elde edilen kazançlarına uygulanacaktır.

2023/2. Dönem Kurum Geçici vergi beyannamesinde uygulanacak Kurumlar Vergisi %20’dir. Ayrıca; 2023/2. Dönem için mükelleflerin, ihracattan elde ettikleri kazançları için 1 puan indirim uygulanacaktır. %5 indirim 2023/3. dönem den itibaren uygulanacaktır.

Diğer taraftan imalatçılar için uygulanan 1 puanlık indirim değişmemiştir.

9) – KONUT KİRALARINDA KİRA ARTIŞ ORANI %25 OLARAK UYGULANMAYA DEVAM EDİLECEKTİR.

Konut kiralarının artış oranı %25 ile sınırlandırılması kuralı 01.07.2024 tarihine kadar uzatılmıştır. 01.07.2024 tarihine kadar konut kiralarına en fazla %25 oranında zam yapılabilecektir.

Hüseyin CANPOLAT

Vergi Uzmanı

ENFLASYON KARŞISINDA PARA ALACAKLARININ KORUNMASI

Enflasyon denilince akla ilk gelen şey günlük hayatta çokça kullandığımız mal ve hizmetlerin fiyatlarının artmasıdır. Ancak mal ve hizmetlerin fiyatları zaman içinde artabilir veya azalabilir. Enflasyon sadece belli bir malın veya hizmetin fiyatının tek başına artması değil, fiyatların genel düzeyinin sürekli bir artış göstermesidir.  Fiyatların genel düzeyde artış göstermesi enflasyon oranlarının artmasına sebep olmaktadır. Bu artışın kaçınılmaz bir sonucu ise para alacakları yönünden ortaya çıkmaktadır. Enflasyon oranlarının yüksek olduğu ülkelerde para alacakları enflasyon karşısında süreli olarak değer kaybeder. Günümüz Türkiye’sinde artan enflasyon oranları karşında temerrüt faiz oranları para alacaklılarının haklarını korumaya yetmemektedir. Bu yazımızda enflasyon karşısında değer kaybeden para alacakları için ne tür hukuki yollara başvurulabileceği emsal Anayasa Mahkemesi Kararı ışığında anlatılacaktır.

Anayasa Mahkemesi 21.12.2017 tarihli ve R.G. Tarih ve Sayı: 25.1.2018-30312 kararını inceleyerek borcun temerrüdü kavramını, munzam zarar kavramını ve Türk Yargı Sisteminin bu kavramlara yaklaşımını derleyerek anlatacağız. Bahsi geçen başvuru, mahkemece hükmedilen alacağın değer kaybına uğratılarak ödenmesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Uyuşmazlığın arka planını Başvurucu Şirket ile Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü arasında 9.5.1977 tarihinde “Karacaören Barajı ve Hidroelektrik Santral (HES) Tesisleri” inşaatı için imzalanan inşaat sözleşmesi oluşturmaktadır. Bu sözleşme kapsamında başvurucu şirket sözleşmeye konu barajın inşaat yapımına başlamıştır. İnşaatın devamı sırasında ek bir sözleşme daha akdedilmiş ancak başvurucunun talebi ve idarenin de uygun görmesi üzerine inşaat işi tasfiye edilerek sonlandırılmıştır. İşin sonlandırılması üzerine idare tarafından yapılan işlerin masrafları için kesin hesap çıkarılmış, başvurucu Şirket ise 24.10.1989 tarihinde bu kesin hesaba itiraz etmiştir. Başvurucu, tasfiye ile sonuçlanan inşaat yapım işi çerçevesinde yapılan işlerinin hak edişi olarak 500 TL (Eski TL ile 500.000.000 TL olup bundan böyle tutarlar yalnızca yeni TL ile gösterilecektir) tutarındaki alacağın tahsili istemiyle 10.10.1990 tarihinde Ankara 7. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmıştır. Başvurucuya Mahkeme ilamı doğrultusunda 23.9.2002 tarihinde 62.968,69 TL asıl alacak ve 348.027,70 TL faiz olmak üzere toplam 410.996,39 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Başvurucu 04.12.2002 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) bireysel başvuruda bulunmuştur. Başvurucu, açmış olduğu alacak davasında yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca, uzayan hukuki süreç sonunda sözleşmedeki tutarın ödenmesinin geciktiğini ve bu tutarın düşük bir faiz oranıyla ödenmesi nedeniyle mali yönden kayba uğradığını belirterek mülkiyet hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür. AİHM, 06.10.2009 tarihinde ise başvurucunun makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Başvuruya konu munzam zararın tazmini nedeniyle başvurucu tarafından iki ayrı dava açılmış ve birleştirilen dava neticesinde toplam 1.010.000,00 TL tutarında tazminat isteminde bulunmuştur. Yapılan bilirkişi incelemeleri sonucunda başvurucunun ortalama munzam zararının 16.917.638,00 TL olduğuna kanaat getirilmiştir ancak akabinde yerel mahkemelerce tekrar reddine karar verilmiş ve başvurucu 20.02.2014’te söz konusu başvuruyu yapmıştır. Tüm bu durumlar neticesinde Anayasa Mahkemesinin verdiği karar ile başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine, vekalet ve yargılama giderlerinin başvurucuya ödenmesine, başvurucu tarafından talep edilen maddi tazminatın ödenmesine ilişkin yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesine hükmedilmiştir.

                     Öncelikle munzam zararın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Bu bağlamda munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. 20.10.1898 tarih ve K: 3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda durum izahatı şu şekilde yapılmıştır: ‘‘Para, her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır.’’Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan para; çeşitli ticari, sınai, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla sahibine kazanç, kira, nema gibi yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın sahibi dışındaki kişi ve kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden mahrum bırakılması sonucunu doğurması yanında enflasyon etkisinde olan ekonomilerde değerini yani alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak yitirmesine neden olur.

                     Başvuruya konu olay çerçevesinde değerlendirdiğimizde; borçlunun temerrüde düştüğü tarihten ödemenin yapıldığı güne kadar geçen süre içerisinde, her yıl itibari ile gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, TL karşısında döviz kurlarına ilişkin değişiklik tabloları, bu alanda uzman bilirkişi görüşünden de yararlanılarak değinilen zaman dilimi içerisindeki para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle alacaklının uğradığı zararın açıklanan ölçütlere göre hesaplanacak unsurlar toplanıp ortalamaları bulunduktan sonra ortaya çıkacak rakam bağlamında munzam zararının hüküm altına alınması gerekmektedir ki başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağandışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu Anayasa Mahkemesince değerlendirilmiştir.

                     AİHM, istikrarlı olarak kamu makamlarınca yapılacak ödemelerin gecikmesini faiz ödemeleriyle ilişkilendirmektedir. Mülkiyet hakkı kapsamında faiz ödemesini, esasen devletin borçlu olduğu tutar ile alacaklı tarafından nihai olarak alınan tutar arasındaki enflasyon nedeniyle oluşan değer kayıplarını gidermek yükümlülüğüyle bağdaştırmaktadır. Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi; borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak almak düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır.(AYM, E.1997/34, K.1998/79, 15/12/1998) Anayasa Mahkemesi de kanun koyucunun bir hak olarak öngördüğü veya kamu borcu hâline gelmiş ödemelerin geç yapılması nedeniyle mağdur olunduğu iddiasıyla yapılan başvurularda, alacakta veya hakka konu bedelde meydana gelen değer aşınmalarının başvurucular üzerinde orantısız bir yük oluşturması hâlinde mülkiyet hakkının ihlaline karar vermiştir.

                     Açıklanan durumlar baz alındığında anlaşılacaktır ki meşru bir beklenti ile doğmuş para alacağının değerinin korunması için bazı tedbirler alınmıştır. Para borcunun temerrüdü durumunda, alacağın değeri temerrüt faizi ile korunmaya çalışılmıştır ancak bazı durumlarda temerrüt faizi, piyasa etkenleri sebebi ile paranın değer kaybını korumaya yetmemektedir. Yazımızda yer alan Anayasa Mahkemesi kararında da detaylıca açıklandığı üzere meşru kanallarla doğmuş ve vadesi gelmiş alacaklar mülk olarak kabul edilmektedir. Anayasanın 5. ve 35. maddelerinin gereği olarak devletin, mülkiyet hakkına müdahale etmeme ve pozitif yükümlülüklerini yerine getirme zorunluluğu bulunmaktadır. Anayasa mahkemesi tarafından mülk kabul edilen bir hakkın ihlali, alacaklıya aradaki değer kaybının tazminat olarak ödenmesi gerektiği sonucuna bizleri ulaştırmaktadır. Bir sonraki yazımızda munzam zararın tespitine ilişkin davaları ve ek tazminat davalarının açılış hususunu inceleyeceğiz.

Av. Sultan Aslı EK- Stj. Av. Elvan ÖNAL

ANAYASA MAHKEMESİ HÜKÜMLÜYE DOĞRUDAN VASİ ATAMASI HAKKINDAKİ KANUN MADDESİNİ ÖLÇÜLÜ OLMADIĞI GEREKÇESİYLE İPTAL ETTİ

Ceza mahkûmiyetinin önemli sonuçlarından biri, kişiyi maruz bıraktığı kısıtlılık hâlidir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 407. maddesine göre, bir yıl veya daha fazla süreli bir hapis cezasına mahkûm edilmiş olan her ergin kısıtlanır. Cezayı yerine getirmekle görevli makam, böyle bir hükümlünün cezasını çekmeye başladığını, kendisine vasi atanmak üzere hemen yetkili vesayet makamına bildirmekle yükümlüdür. Esasen katı bir nitelik barındıran kanun maddesi günümüze kadar hiçbir değişikliğe uğramadan mevzuatta yerini almıştır. Yine Türk Medeni Kanunun 471. Maddesi, Özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûmiyet sebebiyle kısıtlı bulunan kişi üzerindeki vesayet, hapis hâlinin sona ermesiyle kendiliğinden ortadan kalkar. Ancak birçok hükümlünün özel hayatına katı bir biçimde müdahale eden ve mülkiyet hakkını ihlal eden bu iki kanun hükmü  Tarsus 1. Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru ile iptal edilmiştir. (Anayasa Mahkemesi 2022/105 Esas 2023/54 Karar sayılı 22.03.2023 Tarihli Karar) İptal kararı ise Resmi Gazetede yayımladığı tarihten itibaren 9 ay sonra yürürlüğe girecektir.

 

Bu çalışmamızda ise itirazın gerekçesi, iptale konu edilen kanun maddelerinin incelemesi ile birlikte esasen bu maddelerde belirtilen kısıtlılık halinin Anayasaya aykırılık teşkil eden noktalarına değineceğiz.

İtirazın Gerekçesi

Başvuru kararında özetle, itiraz konusu kuralla bir yıl ve üzeri hapis cezasıyla cezalandırılan kişilerin başka bir şarta tabi olmaksızın ve gerçekte bir yardıma ihtiyaçları olmadığı durumlarda da kısıtlandıkları, yine hapis halinin sona ermesiyle kısıtlılık durumunun kendiliğinden kalkacağı ancak hapis halinin sona ermesinden kastın ne olduğunun belirsiz olduğu, kuralla kısıtlanan hükümlülerin mülkiyet haklarının etkilendiği, akıl sağlığı yerinde olmalarına rağmen hukuki işlemlerinin uzun sürdüğü belirtilerek kuralın Anayasa 35., 48. ve 49. Maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.

 

İptale Konu Kanun Maddelerinin İncelenmesi

4721 sayılı kanunda vesayeti gerektiren kısıtlama nedenleri arasında sayılan özgürlüğü bağlayıcı ceza hali yukarıda da bahsettiğimiz üzere 407. Maddede düzenlenmiştir. Anılan madde gereği ergin olmak kaydıyla 1 yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkum olan kişiler mutlak suretle vesayet altına alınacaklardır. Yani mahkemece verilen cezanın niteliğine bakılmaksızın salt cezanın süresi dikkate alınarak kısıtlılık haline karar verilmektedir. Buna göre ceza yargılaması sonucunda verilen mahkumiyet kararının kesinleşmesiyle hükümlünün cezasını çekmeye başladığı andan itibaren derhal kendisine vasi atanması gerekmektedir. Hükümlünün bu aşamada yapacağı işlemler yetkili makam eliyle kısıtlanmış olup hapis halinin sona ermesiyle de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Nitekim bu aşamada hükümlü  artık sınırlı ehliyetli olarak değerlendirilecektir. Bu da demek oluyor ki artık vesayet altına alınan sınırlı ehliyetli  medeni kanunda belirtilen, kişiye sıkı sıkıya bağlı bir takım kişisel haklar dışındaki hakları artık yetkili makamın onayı olmadan kullanamayacaktır. Bunlara örnek vermemiz gerekirse vesayet altındaki hükümlü nişanın bozulması, evliliğin iptali gibi hakları tek başına kullanabilecektir. Ancak kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan olduğu halde, nişanlanmak, evlenmek, evlat edinmek, boşanmak gibi hakları ise ancak yetkili makamın onayı veya bizzat katılımı dahilinde kullanabilecektir. Ve hatta vesayet altına alınan hükümlü kendisine borç yükleyecek işlemleri ise vesayet makamı ile denetim makamının izni olmadan yapamayacaktır. Bununla beraber kefalet, vakıf kurmak, önemli bağışta bulunmak gibi bir takım işlemler ise yetkili makamın onayı olsa dahi yasak olup hiçbir şekilde yapılamayacaktır.

Anayasa Mahkemesinin  İptal Gerekçeleri

Anayasa Mahkemesi itiraza ilişkin olarak Anayasanın 13. 20 ve  35. Maddeleri yönünden bir incelemeye yer vermiştir. Mahkemece, Anayasanın 20. maddesi özelinde yaptığı incelemede, “özel hayata saygı” ve “kişisel özerklik” başlıkları değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Anılan maddenin gerekçesinde de belirtildiği üzere özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı bir yönüyle özel hayatın gizliliğinin korunmasını diğer yönüyle resmi makamların özel hayata müdahale edememesi yani kişinin ferdi hayatını dilediği gibi düzenleyip yaşayabilmesi hakkını güvence altına almaktadır. Burada korunan hukuki değer esasen kişisel özgürlüktür. Söz konusu maddenin 2. Fıkrasında anılan hakka çeşitli sebeplere bağlı kalınarak sınırlamalar getirilebileceği belirtilerek mutlak bir hak olmadığından bahsedilmiştir. Sınırlama sebepleri olarak ise milli güvenlik, kamu düzeninin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi sebepleri sayılarak böylece bunlara dayalı olarak söz konusu hakkın sınırlanabilmesine izin verilmiştir. Kararda ayrıca Anayasa’nın 35. Maddesi çerçevesinde mülkiyet hakkının kişiye sahip olduğu şeyler hakkında dilediğini yapma imkanı verdiğini, dolayısıyla kullanma, yararlanma ve tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlandırılmasının mülkiyet hakkına açıkça müdahale teşkil edeceğinden bahsedilerek mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabileceğine değinilmiştir. Buraya kadar anayasa mahkemesi yaptığı değerlendirmede anayasal anlamda kısıtlamanın meşru bir amacının bulunduğuna kanaat getirmiştir. Ancak Anayasanın 13. Maddesi bağlamında da bir değerlendirmeye yer vermiştir. Buna göre; sınırlamamanın ölçülü olması gerektiği, hakka getirilen sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkum olan kişilerin ayırt etme gücüne sahip ve herhangi bir vasi atanmaksızın kendi işlemlerini yürütebilecek durumda olacaklarının açık olduğu dolayısıyla hükümlünün kendi işlemlerini görebilecek durumda olup olmadığı noktasında değerlendirilme yapılmaksızın kendisine vasi atanmasının özel hayatın korunması ve mülkiyet hakkına önemli ölçüde sınırlama getirecektir. Dolayısıyla ulaşılmak istenen amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmadığı, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün olduğunu belirterek ilgili maddenin iptaline karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesince verilen bu kararı değerlendirmemiz gerekirse kararın isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim iptale konu kanun maddesi uygulamada birçok hükümlünün özel hayatına katı bir biçimde müdahale ederken mülkiyet hakkını da zedelemekteydi. Burada dikkat edilmesi gereken husus aslında kanunun vesayet kararı verecek hakime takdir hakkı tanınmamasındadır. Bu nedenle Anayasa Mahkemesince bu hususa değinilerek hakimden bir araştırma yapmasını ve buna göre bir karara varması gerektiğine kanaat getirilmesi isabetli olmuştur. Ancak yapılacak yeni düzenleme ile bu araştırmanın niteliklerinin de neler olabileceği noktalarına değinilmesi bu hususta hükümlünün de beyanlarına yer verilmesi, yani bu araştırmanın belli başlı kriterlerinin olması gerekmektedir. Bu sebeple AYM tarafından iptal edilen 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 407. Maddesinin yeniden düzenlenmesi halinde hukuka aykırılığın giderilmesi ile birlikte  hukuki boşluğa da mahal vermemesi gerekmektedir. Aksi halde bu defa hakimin takdir yetkisini kullanırken yetkisini aştığı veya keyfiyetle hareket etmesi durumları söz konusu olabilecektir.  

Av. Zeynep PAŞAHAN

MADEN RUHSATLARINDA, ORMAN KANUNU 16. MADDESİ KAPSAMINDA İDARENİN TAKDİR YETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Maden hukuku, madencilik faaliyetleriyle ilgili mevzuat ve düzenlemeleri içeren bir hukuk dalıdır. Madencilik faaliyetinin, diğer sektörlere nazaran kendine özgü özellikleri ve prensipleri bulunmaktadır. Bu prensip ve özelliklerinden en önemlisi; madenlerin bulundukları yerde işletilmesi ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin gözetilmesi gerektiğidir. Bununla birlikte, madencilik faaliyetlerinin büyük yatırım ve ileri teknoloji gerektirmesi, ağır ve tehlikeli işler kapsamında olması da yüksek risk içerdiğinin göstergesidir. Madencilik faaliyeti gerçekleştiğinde elde edilecek fayda ile ormanların zarar görmesi veya yok olması sonucunda ortaya çıkan muhtemel kaybın muhakemesi, izin ve denetim sürecinin tepe noktasıdır.

Maden ruhsatları, maden hukunun somutlaştığı belgeler olarak kabul edilir. Devlet ile kurulan ruhsat ilişkisi ruhsat sahibine sadece hak değil, bu hakka karşılık gelen yükümlülükler de yükler. Örneğin, madencilik faaliyetlerinin çevre ve insan sağlığı üzerindeki muhtemel olumsuz etkileri dikkate alınmak suretiyle Maden Kanunu madenlerin terkinini özel usullere tabi tutmuştur.

3213 sayılı Maden Kanununun “Madencilik Faaliyetlerinde İzinler” başlıklı 7. maddesinin 4. fıkrasında; “Devlet ormanları içinde yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu ve ruhsat süresine bağlı olarak yapılan geçici tesislere 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre izin verilir.” şeklinde ifade edilerek madencilik faaliyetlerinin yapılmasına ilişkin izinler Orman Kanununa dayandırılmıştır.

Madencilik faaliyetlerinin orman sahalarında yürütülmesine ilişkin olarak, 6831 Sayılı Orman Kanunun 16. maddesi ve Orman Kanununun 16. maddesinin Uygulama Yönetmeliği madencilik faaliyetlerine ilişkin düzenlemelerdir. 6831 sayılı Orman Kanun’unun 16. maddesinde;  ‘‘Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu; tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine, fon bedelleri hariç, bedeli alınarak Tarım ve Orman Bakanlığınca izin verilir.’’ şeklinde yer almaktadır. Yani, orman sahalarında madencilik faaliyetinde bulunulabilmesi için Orman Kanununun 16. maddesinin Uygulama Yönetmeliği kapsamında Tarım ve Orman Bakanlığından izin alınmasının gerektiği ve anılan Bakanlığın izin verme hususunda takdir yetkisi bulunduğu; ancak, Bakanlığın, izin verme hususundaki takdir yetkisini kamu yararı, işin niteliği, ormanların korunması ve bu sahalara dair ihtiyaç gibi kıstaslar açısından değerlendirerek kullanacağı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 2021/2101 E. 2022/796 K. sayılı kararında da ifade edilmektedir. Bununla birlikte yine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından ‘‘Anayasa’nın 169. maddesinde, ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verildiği, bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı; Anayasa’nın 169. maddesinin 3. fıkrasında yer alan “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez.” hükmü uyarınca her olayda, ormanlık alanda verilen izne konu edilen kamu yararı ile ormanın muhafazasındaki kamu yararının karşılaştırılmasının zorunlu olduğu,” kararlarında yer almaktadır. Kamu yararı, temelde kişiye ilişkin değil, kişilerin bir arada yaşayarak oluşturdukları toplumun varlığını sürdürmesine ilişkin bir çıkardır. Aynı zamanda kamu yararı, idarenin takdir yetkisini kullanarak işlem tesis ettiği ve yetkili makama seçim hakkı tanıyan belirsiz kavramlardandır. En önemli özelliği ise değişken olmasıdır. İdari Dava Daireler Kurulu tarafından verilen kararda da kamu yararının değişken olduğu ve yarıştığı görülmektedir.

İdarenin orman sahalarında  vereceği madencilik faaliyeti izinlerinde, ülkemizin maddi refahı ve kalkınması için ciddi önem arz eden maden faaliyetleri ile izin istenen sahadaki verimli devlet ormanlarının korunması arasındaki dengeyi sağlamalıdır. İdarenin bu dengenin sağlanması konusunda takdir yetkisi bulunsa dahi bu yetki mutlak olmayıp hukuka ve mevzuata uygun olarak kullanıp kullanmadığının yargısal denetime tabi olduğu açıktır. Bu dengenin sağlanması için madencilik faaliyetlerinin izin süreçlerinde detaylı projeler hazırlanmakta ve birçok kamu kurumundan görüş ve olur yazıları alınmaktadır. 25.11.2014 tarih ve 29186 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği kapsamında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporu alınmakta, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ve Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinden olur yazıları alınmaktadır. İdare tarafından ilgili olurlar alındıktan sonra, bu yazılar da projeye eklenerek proje sunulmaktadır.

Ruhsatını almış müteşebbis, bu süreçleri yürütürken ilgili idari birimler nezdinde oluşturulan teknik heyetlerin onayından geçmektedir. Mevzuat yönüyle ve teknik açıdan iznin verilmesinde bir hukuka aykırılık bulunmamasına rağmen, uygulamada idare yönünden son aşamada soyut gerekçeler ile takdiri bir ret kullanımına gidildiği görülmektedir. Ancak idarenin bu yönde tesis ettiği işlemlerin hukuk devleti ve idare hukukuna hakim ilkeler ile bağdaşmadığı tartışmasızdır.

Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “hukuk güvenliği” ilkesidir. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk devletinde kanun metinlerinin ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. “Belirlilik” ilkesine göre ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir.  

Yine Anayasa’nın 5.maddesi ile kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devlete yüklenmiş bir sorumluluktur.

Madenlerin aranması, bulunması görünür rezervinin geliştirilmesi ve işletilmesi Maden Kanunu’nda bir hak olarak düzenlenmiştir. Bu kapsamda, Anayasa ve kanunlar ile kendisine tanınan bir hakkını kullanan müteşebbisin üzerine düşen bütün sorumluluklarını yerine getirmesine rağmen idare tarafından soyut ve gerçek durumu yansıtmayan ifadeler ile madencilik faaliyeti taleplerinin reddedilmesi hukuk güvenliğinin sağlanamsına hizmet etmediği gibi Anayasa’nın 5. maddesi ile devlete yüklenen sorumluluğun amacına da hizmet etmemektedir.

İdare takdir yetkisini veriliş amacına uygun olarak ve belirlenen sınırlar içerisinde kullanmalıdır. Aksi durum takdir yetkisinin kötüye kullanması anlamına geleceğinden idari yargı organları, idarenin takdir yetkisine dayanarak tesis ettiği işlemleri, keyfiliği önlemek ve kişilerin haklarını korumak amacıyla denetler. (AKYILMAZ, Bahtiyar vd., Türk İdari Yargılama Hukuku sf. 173)

Nitekim yasa koyucunun da idareye takdir yetkisi verirken bunun sınırları çizmesi gerektiği Anayasa Mahkemesi tarafından ifade edilmektedir. “Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. İdareye keyfi uygulamalara yol açabilecek çok geniş takdir yetkisi verilmesi Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.” (Anayasa Mahkemesi 13/09/2000 Tarih, 2000/14 E., 2000/21 K.)

İdarenin takdir yetkisinin işin niteliği, ormanları korunması, bu sahalara olan ihtiyaç ve kamu yararı gözetilerek kullanılması gerektiği konusunda şüphe bulunmamaktadır. Ancak işletme ruhsatını alan, her türlü teknik ve hukuki incelemeden geçerek bütün kurum ve kuruluşlardan olur yazıları alan şirketlere, nihai olarak red kararı verilmesinde  bu dengenin korunduğundan bahsedilmesi mümkün değildir. İdare tarafından madencilik taleplerine ilişkin verilen ret kararlarında idarenin takdir yetkisinin amacını aşarak kullanıldığı ve Anayasa ve kanunlar ile güvence altına alınan maden hakkına müdahale teşkil ettiğini söylemek mümkündür.

 

Av. İbrahim TOPCU

Andis Hukuk Ve Danışmanlık Enerji Hukuku Birim Koordinatörü