TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVALARI

Tapu iptali ve tescil davası kanunda özel olarak düzenlenmemekle beraber ne tür durumlarda açılacağı da sınırlı olarak sayılmamakta, mevzuatımızda yer alan hükümlerden hareketle yargı kararlarıyla ve önemli çalışmalarla belirlenmektedir.  Tapu iptali ve tescili davası, mülkiyet hakkına ilişkin bir davadır. Taşınmazlar üzerindeki mülkiyet iddiaları günümüzde hukuken büyük bir önem taşımaktadır çünkü buna bağlı birtakım davaların açılması halinde hak ve alacak talepleri söz konusu olmaktadır.

Bir taşınmaz mülkiyetinin olağan yollarla kazanılabilmesi için taşınmazın tapuda tescil işlemlerinin yapılması ve devir işlemlerinin tamamlanması gerekmektedir.  Tapuda gerçekleştirilecek tescil için geçerli bir hukuki sebep ve taşınmaz malikinin tescil talebinin bulunması şarttır. Taşınmaz mülkiyetinin kazanımı kural olarak tarafların iradi yaklaşımıyla mümkündür. O halde malik devir işlemine yanaşmamış veya taşınmazın başka biri adına tescili tarafların iradesi doğrultusunda değil de başka makamların talimatıyla cereyan etmiş, geçerli bir hukuki sebep yok yahut hukuki sebep tescil sırasında yanlış kayda geçirilmiş ise mahkemenin vereceği karar bağlamında tapu müdürlüğü, taşınmaz ile ilgili işlemi gerçekleştirmektedir. Mahkemenin vereceği karar ise açılacak olan Tapu iptali ve tescili davası ile mümkün olabilmektedir.

Tapu iptal ve tescili davası; hukuksuz ve usulsüz olarak düzenlendiği öne sürülen bir tapu kaydının, hukuki şartlara ve esaslara uygun bir hale getirilmesi ve tapudaki kayıtların gerçek hak sahibi lehine düzeltilmesini sağlayan, görevli mahkemede açılan bir gayrimenkul hukuku davası türüdür. Bu şekilde tapudaki tescil hükmü mahkeme kararı ile değiştirilmekte ve taşınmazın mülkiyeti de mahkeme kararı ile kazanılmaktadır. Bu davanın açılma temeli birçok farklı hukuki sebebe dayanabilmektedir. Örnek olarak; muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı, ehliyetsizlik ve iradeyi sakatlayan hallere dayalı, aile konutu niteliğine dayalı, sahte belgeye dayalı, vekâlet görevinin kötüye kullanılmasına, önalım hakkına, inançlı işlem nedenine, harici satım sözleşmesine, ölünceye kadar bakma sözleşmesine, taşınmaz satış vaadi sözleşmesine, zilyetliğe ve zamanaşımına dayalı tapu iptal ve tescil davaları verilebilmektedir. Her bir hukuki neden, tapu iptali ve tescil davalarının nasıl açılacağı, kime karşı açılacağı, hak düşürücü ve zamanaşımı sürelerinin ne kadar olacağı konusunda farklılıklar gösterebilmektedir. 

Çalışmamızın devam eden bölümlerinde bu dava türünün hukuki sebeplerin çokluğu, çeşitliliği, fazlaca teknik ve usuli işlemlerden oluşması, uzun dava süreçlerini barındırması, neticesi itibariyle de malvarlığında önemli değişiklikler meydana getirmesi, hak kayıplarına yol açmasının mümkün olması gibi nedenlerle usulüne ve esasına yönelik bilgilere detaylıca yer verilerek her bir hukuki sebep, teorik ve uygulamaya dönük bir biçimde aktarılmaktadır.

Tapu iptali

İlk olarak, tapu iptalinin kavranıp tescil ile birleşiminden oluşan davanın amacını ortaya koymak çalışmamız bağlamında daha isabetli görülmektedir. Tapu iptali, ilgili tapu davasının iptal edilmesi ve tapu kaydının silinmesidir. Tapu kaydının silinmesine yönelik olan iptal işleminde öncelikli olarak mahkemeye başvuru yapılması gerekmektedir. Tapu iptali ile yasal olmayan ve müfredata uymayan her tapu iptal edilebilmektedir. Tapuların doğruluğunun kanıtlanması için ise yine mahkemeye başvuru yapılması gerekmektedir. Mülkiyet hakkının korunması adına düzenlenen yasalar gereği, haksız bir şekilde tapu kaydı yapılması durumunda mahkemeye verilmesi, iptalinin istenmesi (YHGK, 30.5.2001, 2001/1-464 E., 2001/470 K.: “Medeni Kanun mülkiyet hakkının doğumunu sebebe (illiyet) bağlı bir hukuki işlem olarak kabul etmiştir. Medeni Kanun’un sistemine göre, tescilin geçerli olabilmesi ve mülkiyet hakkının doğması için geçerli bir hukuki sebebe dayanması zorunludur. Geçerli bir hukuki sebebe dayanmayan tescil işlemi yolsuz tescil niteliği taşır ve her zaman iptali istenebilir.”) ve kararın mülkiyet hakkı sahibi kişinin lehine sonuçlanması mümkün bulunmaktadır.

 

Tapu iptali, taşınmaz mallar için geçerli olan bir süreçtir ve yasal olmayan her tapu için iptal ve tescil davası açılabilmektedir. Kamuya açık olan tapu kayıtlarını herkes görebilmekte ve inceleyebilmektedir. Eğer usule ve kanuna aykırı olarak bir tapu kaydı yapılmış ise o kaydın iptali amacı ile kendi menfaati olan herkes tapu iptal davasını açabilmektedir.

Tescil

Tescil, tapu siciline kayıtlı bir taşınmaz üzerinde ayni hak kurulması, mevcut bir ayni hakkın kapsamının değiştirilmesi, devri veya ortadan kaldırılmasını ifade ettiğinden tapu siciline yapılan her türlü kaydı kapsamaktadır. Medeni Kanun m. 1021“kurulması kanunen tescile tabi ayni haklar, tescil edilmedikçe varlık kazanamaz.” hükmü ile ayni hakların kurulması, kapsamının değiştirilmesi, devri ve bu doğrultudaki işlemleri ilke olarak tapu siciline yapılacak tescil işlemine bağlı tutmaktadır. Bir hakkın geçerli olabilmesi için tescil etmek, tapu sicili açısından temel kurallardan biridir. Gayrimenkul üzerinde kurulan haklar, tutulan tapu sicilleri üzerinden belirlenmektedir. Medeni Kanun m.705/2, ‘‘Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır.’’ gibi istisnai durumlarda ise haklar, tescil öncesinde kurulabilir fakat hak sahiplerinin söz konusu mallar üzerinde tasarrufta bulunabilmesi için tapu siciline tescil işlemi yaptırması gerekmektedir. Kanunun devam eden kısmında da ‘‘Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.’’ şeklinde ifade edilmektedir.

Mevcut bir taşınmaza ayrılan sayfaya, herhangi bir ayni hakkın tescili için üç şart aranmaktadır. Bunlar; tescil talebi, talepte bulunanın tasarruf yetkisinin varlığı, geçerli bir hukuki sebebin varlığıdır. Tapuda yapılan veya yapılacak olan işlemin muteberiyeti için öncelikle bu işlemin hukuki sebebinin bulunması ve bunun hukuki olarak kabul görülmesi gerekmektedir aksi durumda tapu kütüğünde yapılan işlem geçersiz olacaktır. Yani hukuki bir sebebe dayanmayan yahut makul olmayan bir sebebe dayanarak yapılan tapu işlemleri, yolsuz olarak nitelendirilmektedir. Türk Medeni Kanunu m.1024 gereğince ‘‘Bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan veya hukuki sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur.’’ Aynı şekilde Yargıtay içtihatlarına göre de ‘‘Tescil işlemi, gerçeğe ters düşüyorsa o tescil kanun deyimi ile yolsuz bir tescildir.’’ (YİBGK. 08.11.1991, 1990/4 E., 1991/3 K.: “…tescil herhangi bir nedenle yolsuz da olsa, yani hak sahibi ya da hakkın konu ve kapsamı bakımından gerçeği yansıtmasa bile…”; Y. 1. HD., 3.4.1989, 1989/3806 E., 1989/3984 K.: “…tescil işlemi, gerçek malik ve gerçek hakkın kapsamını göstermiyorsa; başka bir deyişle, gerçeğe ters düşüyorsa, o tescil, uygun tescil değil, yasanın deyimi ile yolsuz bir tescildir.”)

Yukarıdaki bölümlerde de belirtildiği gibi tapu iptali ve tescil işlemleri ilişikli mahiyettedir. Tapu kaydı iptal davası sonuç ve isteminde, çoğunlukla tescil isteminin de bulunması gerekmektedir. Yoksa kaydı iptal edilen gayrimenkulün malik hanesi boş kalacaktır dolayısıyla tescil talebi, davayı açan kişinin hukuki yönden yararına olduğundan tapu iptal davalarının, tapu iptal ve tescil davası olarak açılması daha uygun olmaktadır çünkü tapu iptal ve tescil davası ile tapudaki tescil işleminin iptal edilmesi ve taşınmazın gerçek hak sahibi olan malikin adına tescil edilmesi amaçlanmaktadır.

Tapu iptali ve tescil davası açılırken doğru mahkemenin belirlenmesi son derece önemlidir. Eğer görevli ya da yetkili olmayan bir mahkemede dava açılırsa, bu durum davanın taraflarına çok ciddi zaman kaybı, bazen hak kayıpları ve maddi zararlar yaşatmaktadır. Bu yüzden hem görevli mahkemeyi hem de yetkili mahkemeyi doğru belirlemek tapu iptali ve tescil davaları açısından fazlaca ehemmiyetli bir konudur.

Yetkili Mahkeme

Tapu tescil iptal davası, taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkına ilişkin bir davadır. Taşınmazın aynından doğan bu gibi davalarda, davaya konu olan taşınmazın bulunduğu yer mahkemesi kesin yetkili mahkemedir. Yetkili mahkeme 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunumuzca belirlenmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanun hükmü m.12‘‘(1) Taşınmaz üzerindeki ayni hakka ilişkin veya ayni hak sahipliğinde değişikliğe yol açabilecek davalar ile taşınmazın zilyetliğine yahut alıkoyma hakkına ilişkin davalarda, taşınmazın bulunduğu yer mahkemesi kesin yetkilidir. (2) İrtifak haklarına ilişkin davalar, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın bulunduğu yer mahkemesinde açılır. (3) Bu davalar, birden fazla taşınmaza ilişkinse, taşınmazlardan birinin bulunduğu yerde, diğerleri hakkında da açılabilir.’’ şeklindedir.

Kanunda kesin olarak düzenlenen bu husus uyarınca hâkimin, yetki kuralına uygun davranılıp davranılmadığını re‘sen araştırma yükümlülüğü vardır. Yetki meselesi bu davalar açısından bir dava şartıdır. Muhakemenin her aşamasında davanın açıldığı mahkemenin yetkisizliği ileri sürülebilir (HMK m.19/1, ‘‘Yetkinin kesin olduğu davalarda, mahkeme yetkili olup olmadığını, davanın sonuna kadar kendiliğinden araştırmak zorundadır; taraflar da mahkemenin yetkisiz olduğunu her zaman ileri sürebilir.’’) ve hâkim de yetki meselesini göz önünde bulundurmalıdır. Eğer yetkili mahkemede tapunun iptaline ilişkin dava açılmamışsa ve yetkisizlik konusunda tespitte bulunacak olursa HMK m.114/1-ç ve m.115 uyarınca ilgili mahkeme tapu iptal ve tescil davasını usulden reddedebilmektedir. Aynı zamanda tapu iptal ve tescil davasının taraflarının, sözleşme serbestîsi ilkesi gereğince yetkili mahkemeyi belirleyebilme yetkileri de bulunmamaktadır. Bunun sebebi ise ilgili hükmün, kamu düzeninden kaynaklanmasıdır ve esnetilmesi ya da istisnasının bulunması mümkün değildir.

Görevli Mahkeme

Tapu iptal ve tescil davalarında genel görevli mahkeme, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunumuzun 2. Maddesinde (‘‘Dava konusunun değer ve miktarına bakılmaksızın malvarlığı haklarına ilişkin davalarla, şahıs varlığına ilişkin davalarda görevli mahkeme, aksine bir düzenleme bulunmadıkça asliye hukuk mahkemesidir.’’) açıkça ifade edildiği üzere Asliye Hukuk Mahkemeleridir ancak bu genel kuralın birtakım istisnaları da mevcuttur. Örneğin ticari ilişkiden kaynaklanan tapu iptali ve tescil davalarında (şirket ortağının ayni sermaye koyması nedeniyle, yükleniciden işyeri alımına dayalı) Asliye Ticaret Mahkemeleri yetkili olabilmekteyken, tüketici ilişkisinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil davaları (satış vaadi kaynaklı ancak bu satış vaadine konu taşınmazlar konut ve tatil amaçlı ise) Tüketici Mahkemelerinde görülebilmektedir. Bunun yanı sıra bir kişinin birden fazla taşınmaz alımında bulunması halinde artık bir tüketici ilişkisi bulunmayacaktır ve Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevli olması gerekecektir ki bu durum Yargıtay kararları ile sabittir. Bu nedenle tapu iptali ve tescil davalarının hangi nedene dayandığının özenle değerlendirilmesi ve göreve ilişkin tespitin son derece titizlikle yapılması gerekmektedir.

Taraflar

Bir tapu kaydında tescil; usulsüz ve kanuna aykırı oluşmuş ise bu usulsüzlük nedeniyle hakkı yenmiş olmakla beraber kaydın iptali halinde menfaati oluşan herkes tapu iptali ve tescil davası açabilmektedir.

Davacı taraf, hukuken tapunun kendi adına devrini talep etme ve bu davayı açmada menfaati bulunan kişiyi ifade etmektedir. Buna göre tapu iptal ve tescil davalarında davacı, davanın dayandığı hukuki sebebe göre lehine netice isteyen asıl hak sahibi kişi olacaktır. Eğer davacı olmak isteyen reşit değil ise velisi, kısıtlı ise vasisi söz konusu davayı açabilecektir.

 Davalı taraf ise, tapuda malik görünen yani tapuda mülkiyet hakkı sahibi olarak görünen kişidir. Eğer bu kişi vefat etmişse, ölen kişiye dava açılamaz işbu sebepten dolayı dava, mirası reddetmeyen mirasçılara karşı açılacaktır. Mirasa sahip olan mirasçılar, bu tür davalara katlanmak zorundadır. Diğer bir durum ise davanın birden çok davalısı bulunabilir. Buna göre, dava konu taşınmazın tapuda birden fazla maliki var ise ve bu malikler, mevcut taşınmaz üzerinde elbirliği halinde mülkiyet hakkına sahiplerse açılacak tapu iptal ve tescil davası tümüne karşı açılmalıdır. Bu dava, somut olaya göre köy veya belediye tüzel kişiliği, orman yönetimi, hazine gibi taraflara da açılabilecektir. Tapu kayıt malikinin kim olduğu bilinmediği takdirde veya bu konuda yapılan hata mazur görülebilen ve mahkemece kabul edilebilecek geçerli bir gerekçeye dayanıyor ise, tapu kayıt malikinden başka kişiye karşı yöneltilen davada, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 124/4. maddesinin koşullarının oluşması halinde (‘‘Dava dilekçesinde tarafın yanlış veya eksik gösterilmesi kabul edilebilir bir yanılgıya dayanıyorsa, hâkim karşı tarafın rızasını aramaksızın taraf değişikliği talebini kabul edebilir. Bu durumda hâkim, davanın tarafı olmaktan çıkarılan ve aleyhine dava açılmasına sebebiyet vermeyen kişi lehine yargılama giderlerine hükmeder.’’) davalının değiştirilmesi söz konusu olabilecektir.

Taraf konusu birçok davada olduğu gibi Tapu iptali ve tescili davasında da dikkat edilmesi gereken bir noktadır ve davanın doğru kişilere karşı açılması oldukça mühimdir. Bu davanın yanlış davalıya (ya da davalılara) karşı açılması zaman ve hak kayıpları yaşanmasına neden olacaktır.

Zamanaşımı

Genel olarak bir davanın sonsuza dek açılması olanaklı bulunmamaktadır. Bir davayı açmak hak düşürücü süreye veya zamanaşımı süresine tabi olabilmektedir. Hak düşürücü süre ile zamanaşımı süresi arasındaki en önemli fark, kanunda süre “hak düşürücü” olarak belirlenmiş ise, o süre içinde açılmayan davayı, davalı taraf itiraz etmese dahi hâkim kendiliğinden sürenin geçmiş olması nedeniyle reddedecektir. Zamanaşımı süresi söz konusu ise, davalı tarafından itiraz yoluyla ileri sürülmelidir. Zamanaşımı itirazında bulunmak yargılamada belirli bir süreye tabidir.

Sonuç

Tapu iptali ve tescil davası birçok farklı türden açılabilen bir davadır. Bu sebeple tapu iptali ve tescil davalarında zamanaşımı süresi ve hak düşürücü süre vardır, yoktur ya da şu kadardır demek doğru olmayacaktır çünkü bu süreler dayandıkları hukuki sebebe ve kanuna göre değişmektedir. Örneğin; yolsuz tescil nedeni ile açılan tapu iptali ve tescil davaları herhangi bir zamanaşımı ya da hak düşürücü süreye bağlı değildir aynı şekilde taşınmaz satış vaadi sözleşmesinden doğan davalar için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden Borçlar Kanunu’nun 146. maddesi hükmü gereğince on yıllık zamanaşımı süresi öngörülmüştür. Mevzubahis durumu, her bir hukuki sebebe göre ayrı ayrı değerlendirmek yerinde olacaktır.

                                                                                                      Staj. Av. Elvan ÖNAL

KAYNAKÇA

Oğuzman, K/ Seliçi, Ö/ Özdemir, S (2020). Eşya Hukuku, İstanbul, Filiz Kitabevi

Cansel, E/ İnan, A (1964). “Aynî Hak Kavramı, Taksimi ve Eşya Hukukunun Konusu” Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 21: 345-367

Ergün, Ö/ Çaldağ, Ç (2018). Borçlar Genel Hükümler Ders Notları, Ankara, Seçkin Yayıncılık.

Ruhi, C/ Ruhi, A (2022). Tapu İptal ve Tescil Davaları, Ankara, Seçkin Yayıncılık.

AKİPEK, J (1972). Türk Eşya Hukuku (Aynî Haklar), Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları.

Çetin, G (2019). Yolsuz Tescil Kavramı ve Türleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Serengil, Ş (2010). Olağanüstü Zamanaşımı Yoluyla Taşınmaz Mülkiyetinin Kazanılması, İÜHFM C. 68, S.1-2, s. 219 – 244.

Kılıçoğlu, A (1989). “Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları Işığında Taşınmaz Satımında Şekil ve Hakkın Kötüye Kullanılması”, Yargıtay Dergisi, C. 15, S.1-4, s. 289-321.

Kubat, M (1998). Yolsuz Tescil ve Düzeltilmesi, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA YARGI ALANINDA ALINAN TEDBİRLERE İLİŞKİN CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMESİ İLE DURDURULAN SÜRE VE İŞLEMLER

OLAĞANÜSTÜ HAL BÖLGESİNDEDURAN SÜRE VE İŞLEMLER

Resmi Gazetede 11 Şubat 2023 tarihinde yayımlanan Kararnamenin 2/1 inci maddesi ile olağanüstü hâl ilan edilen Kahramanmaraş, Kilis, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman, Malatya ve Hatay illerde, yargı alanında hak kayıplarının önlenmesi amacıyla, yargı süreçlerine ilişkin aşağıdaki süreler 6/2/2023 (bu tarih dâhil) tarihinden itibaren 6/4/2023 (bu tarih dâhil) tarihine kadar durduruldu:

a) Dava açma, icra takibi başlatma, başvuru, şikâyet, itiraz, ihtar, bildirim, ibraz ve zamanaşımı süreleri, hak düşürücü süreler ve zorunlu idari başvuru süreleri de dâhil olmak üzere bir hakkın doğumu, kullanımı veya sona ermesine ilişkin tüm süreler durdu.

b) İcra ve İflas Kanunu ile takip hukukuna ilişkin süreler durdu,

c) Nafaka alacaklarına ilişkin icra takipleri hariç olmak üzere tüm icra ve iflas takipleri durdu,
Duran süreler, OHAL süresi uzatılmadığı takdirde 6 Nisan 2023 gününü takip eden günden itibaren işlemeye başlayacak.

TÜRKİYE GENELİNDE UYGULANACAK DURUMLAR
Aşağıdaki durumlarda alınan tedbirler sadece OHAL ilan edilen yerlerde değil, ülke genelinde uygulanacaktır:
OHAL kapsamındaki illerde ikamet eden gerçek ve tüzel kişilerle ilgili süreler ve bu barolarda kayıtlı avukatların takip ettiği işlerde süreler durmuştur.


a) 6/2/2023 tarihi itibarıyla yerleşim yeri olağanüstü hal ilan edilen iller olan gerçek ve tüzel kişiler ile aynı tarihte bu illerde bulunan kişiler bakımından süreler durmuştur.

b) OHAL ilan edilen illerin barosuna 6/2/2023 tarihi itibarıyla kayıtlı avukatlar ile diğer barolara kayıtlı olup aynı tarihte bu illerde bulunan avukatlar tarafından takip edilen dava ve işlerle ilgili olarak bu avukatlar bakımından süreler durmuştur, OHAL ilan edilen yerlere, kurtarma veya yardım amacıyla bölge dışından giden kişiler bakımından süre bir ay duruyor.

c) OHAL ilan edilmeyen illerin barosuna kayıtlı avukatların ve bürolarında çalışan kişilerin; OHAL ilan edilen illerde kan veya kayın hısımlarının bulunması veya OHAL ilan edilen illerde felakete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafi edilmesi ya da ihtiyaçların karşılanması amacıyla bu illere gitmeleri halinde süreler durmuştur,

ç) Yerleşim yeri OHAL ilan edilmeyen iller olan kişilerin; OHAL ilan edilen illerde kan veya kayın hısımlarının bulunması veya olağanüstü hal ilan edilen illerde felakete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafi edilmesi ya da ihtiyaçların karşılanması amacıyla bu illere gitmeleri halinde süreler durmuştur.

YARGIDA DURMAYAN (İŞLEMEYE DEVAM EDEN) SÜRELER

a) Suç ve ceza, kabahat ve idari yaptırım ile disiplin hapsi ve tazyik hapsi için kanunlarda düzenlenen zamanaşımı süreleri.

b) Ceza Muhakemesi Kanununda düzenlenen koruma tedbirlerine ilişkin süreler.

c) Hukuk Muhakemeleri Kanunda düzenlenen ihtiyati tedbiri tamamlayan işlemlere ilişkin süreler.

ç) Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanı seçimleri bakımından ilgili kanunlarda düzenlenen süreler devam etmektedir.

PAYLI VE ELBİRLİĞİ MÜLKİYETE HAİZ TAŞINMAZLARDA ORTAK ALANLARDA YAPI KAYIT BELGESİ DÜZENLENMESİ

Halk arasında imar barışı olarak bilinen ve 3194 sayılı İmar Kanununa 7143 sayılı Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 16’ncı maddesi ile eklenen Geçici 16’ncı maddesi ile; afet risklerine hazırlık kapsamında ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla 31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapılar için Yapı Kayıt Belgesi verilebileceği, başvuruya konu yapının ve arsasının mülkiyet durumu, yapı sınıf ve grubu ve diğer hususların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlanan Yapı Kayıt Sistemine yapı sahibinin beyanına göre kaydedileceği hükmü getirilmiştir.

İmar Kanununda yapılan bu düzenleme ile getirilen yapı kayıt belgesi yapının kullanım amacına yönelik olup, yapı kayıt belgesi alan yapılara, talep halinde ilgili mevzuatta tanımlanan ait olduğu abone grubu dikkate alınarak geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceği, yine bu belgeyi alan yapılarla ilgili alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edileceği belirtilmiştir.

Ortak mülkiyete haiz taşınmazlara ilişkin olarak ilgili düzenlemede sadece yapı ruhsatı alıp da yapı kullanma izin belgesi almamış veya yapı ruhsatı bulunmayan yapılarda, yapı kayıt belgesi ile maliklerin tamamının muvafakatinin bulunması ve imar planlarında umumi hizmet alanlarına denk gelen alanların terk edilmesi halinde yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın cins değişikliği ve kat mülkiyeti tesis edilebileceği ifade edilmiş olup, bu husus haricinde ortak mülkiyetli taşınmazlarda yapı kayıt belgesi düzenlenmesine ait bir hüküm bulunmamaktadır.

Ayrıca, üçüncü kişilere ait özel mülkiyete konu taşınmazlarda bulunan yapılar ile Hazineye ait sosyal donatı için tahsisli araziler üzerinde bulunan yapıların getirilen bu haklardan yararlandırılmayacağı hüküm altına alınmıştır.

Türk Medeni Kanunu’nda, “Paylı (Müşterek) Mülkiyet” ve “Elbirliği (İştirak) Mülkiyeti” olmak üzere iki çeşit hisseli mülkiyet çeşidi düzenlenmiştir.

Türk Medeni Kanununda paylı mülkiyet; “Paylı mülkiyette birden çok kimse, maddî olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla maliktir. Başka türlü belirlenmedikçe, paylar eşit sayılır.”, elbirliği mülkiyeti; “Kanun veya kanunda öngörülen sözleşmeler uyarınca oluşan topluluk dolayısıyla mallara birlikte malik olanların mülkiyeti, elbirliği mülkiyetidir. Elbirliği mülkiyetinde ortakların belirlenmiş payları olmayıp her birinin hakkı, ortaklığa giren malların tamamına yaygındır.” olarak tanımlanmıştır.

Türk Medeni Kanunu’nda, her iki hisseli mülkiyet türünde de taşınmaz üzerinde inşaat yapılabilmesi için tüm hissedarların oybirliğiyle karar almasının zorunlu olduğu düzenlenmiştir.

634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda ise; kat maliklerinden birinin ana gayrimenkulün ortak yerlerinde inşaat, onarım ve tesisler, değişik renkte dış badana veya boya yaptırabilmesi için bütün kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızasının alınması şart koşulmuştur.

3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16’ncı maddesinde, cins değişikliği ve kat mülkiyeti tesisi aşamasında diğer hissedarların muvafakatinin gerekli olduğu düzenlenmiş fakat hisseli parseller üzerindeki yapılar için yapı kayıt belgesi düzenlenmesi aşamasında diğer hissedarların muvafakatinin gerekli olup olmadığına ilişkin hiçbir kanuni düzenlemeye yer verilmemiştir.

Yukarıda zikredilen Türk Medeni Kanunun anılan maddelerine bakıldığında paylı ya da elbirliği mülkiyete tabi alanlarda inşaat yapabilmek için tüm hissedarlarının oybirliği ile karar alması gerekli olmaktadır. Kat Mülkiyeti Kanunun ilgili maddesinde de ana gayrimenkulün ortak yerlerinde kat maliklerinden biri tarafından inşaat, onarım ve tesisler, değişik renkte dış badana veya boya yaptırabilmesi için bütün kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızasının alınmasını zorunlu tutmuştur.

Paylı ve hisseli mülkiyete haiz taşınmazlarla Kat Mülkiyeti Kanununa tabi taşınmazların ortak alanlarla ilgili 3194 sayılı İmar Kanunun Geçici 16. maddesinin Yapı Kayıt Belgesi Düzenlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Tebliğinde herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı konuyla ilgili olarak kurumsal internet sitesinde;  imar barışı kapsamında yapı kayıt belgesi başvurusu için muvafakatin gerekmediğini maliklerden birinin başvurusunun yeterli olacağını, ancak kat mülkiyetine geçilmek istenirse tüm maliklerin muvafakatinin gerektiğini ifade etmektedir. (https://www.csb.gov.tr/sss/2-yapi-kayit-belgesi-muracaati Erişim tarihi:25.01.2023)

Görüldüğü üzere 3194 sayılı İmar Kanunun Geçici 16. Maddesinde paylı ve hisseli mülkiyete haiz taşınmazlarla Kat Mülkiyeti Kanununa tabi taşınmazların ortak alanlarıyla ilgili herhangi bir hüküm bulunmamakla beraber, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının internet sitesinde yayınladığı bir görüş esas alınarak bahse konu alanlarda tek malikin başvurusu üzerine yapı kayıt belgesi düzenlenmektedir.

Durum böyleyken Bakanlık görüşü esas alınarak ortak alanlarda yapı kayıt belgesinin düzenlenmesi hukuka aykırıdır. Kanundaki bu boşluğun Bakanlık görüşleri doğrultusunda doldurularak yorum yapılması mümkün değildir. Bu noktada sistematik yorum ilkesi uyarınca kanunun diğer maddeleri ve diğer kanunlardaki düzenlemeler öncelikle incelenmelidir. Nitekim Türk Medeni Kanunu ve Kat Mülkiyeti Kanunun ilgili maddeleri birlikte değerlendirildiğinde söz konusu taşınmazlarda tek malikin başvurusu üzerine yapı kayıt belgesi düzenlenemeyeceği aşikardır.

Kaldı ki, Anayasa’nın Mülkiyet hakkı başlıklı 35′ inci maddesinde ” Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” denilmektedir. İdarenin görüşü doğrultusunda kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması Anayasaya da aykırılık teşkil etmektedir.

Konuyla ilgili olarak aşağıda örnekleri sunulan mahkeme kararlarında vurgulanan husus; hisseli taşınmazlardaki yapılar için yapı kayıt belgesi alınabilmesi için hissedarların tamamının muvafakatinin gerektiğidir. Bu noktada hisse türünün paylı veya elbirliği olması arasında herhangi bir ayrıma gidilmemiştir.

İzmir BİM, 4. İDD, 19.03.2020 tarihli kararı;

”Yapının üçüncü kişilere ait özel mülkiyete konu taşınmaz vasfında olduğu hususuna gelince; yapı kayıt belgesine konu yapının bulunduğu taşınmazın hisseli olduğu ve davacı ile yapı kayıt belgesi alan müdahil ……………..’nun hisseli malikler olduğu, ayrıca taşınmazın miras yoluyla intikal ettiği, dolayısıyla tarafların elbirliğiyle malik oldukları, buna göre de her bir pay sahibinin mülkiyet hakkı taşınmazın tamamına dağılmış olduğundan, somut olay bakımından üçüncü kişilere ait özel mülkiyet durumundan söz etmeye imkan bulunmadığı, bununla birlikte, davalı idare tarafından her ne kadar paylı mülkiyet durumunda pay sahiplerinden herhangi birinin müracaatının yeterli olduğu iddia edilmişse de; elbirliğiyle mülkiyet durumunda maliklerin hisseleri olsa da, taşınmazın belirli bir kısmı ayrılarak bir mülkiyet ve buna bağlı olarak tasarruf hakkı belirlenemediğinden tüm maliklerin birlikte hareket etmesi gerektiğinden, yapı kayıt belgesi başvurusunun da tüm pay sahiplerince yapılmasının icap ettiği, dava konusu olayda ise; taşınmazın mülkiyet durumunun işlem tarihi itibariyle halen elbirliğiyle mülkiyet olduğu, her ne kadar müdahil tarafından yapı için Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde muhdesatın tespiti davası açılarak yapının kendisine aidiyetine karar verilmişse ve yapı sahibi olan müdahil tarafından uyuşmazlık konusu yapı kayıt belgesi alınmışsa da, taraflar arasında taşınmaz açısından yapılmış bir rızai taksim anlaşması ya da yapı yapılması yönünde verilmiş bir muvafakat olmadığından, bu yönüyle de hatalı hukuki değerlendirmesi ile tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı” gerekçesiyle, dava konusu yapı kayıt belgesinin iptaline karar karar veren İdare Mahkemesi kararı onanmıştır.

İstanbul BİM, 5. İDD, 03.12.2020 tarihli kararı;

“…..yapı sahibinin beyanına dayalı düzenlenen yapı kayıt belgesi ile kayıt altına alınan yapıların, belgenin düzenlenmesine temel oluşturan Yasanın Geçici 16.maddesi ile belirlenen şartları taşımadığının ilgili idaresince tespiti halinde anılan Kanuna dayanılarak hazırlanan Tebliğin 8. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca yine yetkili idaresince iptal edilmesi ve bu belgenin sağladığı hakların geri alınması mümkün olduğu gibi yargısal incelemesi devam eden davalarda da Yasanın istisna kapsamına aldığı alanlarda yapılan yapılar ile 31/12/2017 tarihinden sonra yapıldığı idaresince somut olarak kanıtlanan yapıların yapı kayıt belgesi ile sağlanan haklardan yararlanamayacağı açıktır.

Ayrıca, paylı mülkiyet hükümlerine tabi olunan ortak alanlarda maliklerin kendi payları oranında hak ve yükümlülüğe sahip olduğu, paylı mülkiyetin özgülendiği amacın ve kullanım şeklinin değiştirilmesi veya paylı mal üzerinde tasarruf yapılabilmesi için tüm paydaşların oybirliğiyle karar alması gerektiği, ortak alanda tüm kat maliklerinin oybirliğiyle aldığı karar olmaksızın yapıldığı sabit olan yapıların ise Geçici 16.madde ile sağlanan haklardan yararlanma imkânı bulunmadığının kabulü gerektiğinden, ortak alan olan yerde inşa edilen aykırılıkların 31/12/2017 tarihinden önce yapılıp yapılmadığının yapı kayıt belgesinin sağladığı haklardan yararlanma yönünden herhangi bir önemi bulunmamaktadır. 

……

Öte yandan yukarıda yer verilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun uygulama alanı bulduğu mahallerde ortak alan niteliğinde ki yerler için ancak tüm maliklerin başvuruda bulunması halinde 3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16.madde hükümleri uyarınca yapı kayıt belgesi düzenlenebilmesi mümkün olup İdare Mahkemesinin,”uyuşmazlık konusu yapının ortak alan niteliğindeki arka bahçenin, dava dışı K4.’ye ait bağımsız bölüme katılmasına ilişkin İmar Barışı kapsamında 3194 sayılı Kanuna eklenen Geçici 16. maddesi çerçevesinde taşınmaz hakkında ilgili idarelere başvuruda bulunulduğu ve başvuranın beyanı üzerine ilgili yasal düzenleme uyarınca uyuşmazlık konusu taşınmaz için Yapı Kayıt Belgeleri düzenlendiği, her ne kadar davacı tarafından belirtilen alanların ortak alan olarak kullanıldığı belirtilse de, bu alanların 3194 sayılı Kanun’un 16. Maddesi’nde sayılan Yapı Kayıt Belgesi düzenlenemeyecek yerlerden olmadığı” yolunda ki gerekçesinin isabetli olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.” denilmiştir.

İstanbul BİM 5. İDD. 26.05.2021 tarihli kararı;

“Yapı kayıt belgesinin hisseli parselde yapılan yapılara ilişkin olduğu görüldüğünden; hisseli taşınmazlarda maliklerin kendi payları oranında hak ve yükümlülüğe sahip olduğu gözetildiğinde taşınmaz mal üzerinde tasarruf yapılabilmesi için tüm hissedarların muvafakatinin gerektiği açık olup, diğer hissedarların Anayasa ile korunan mülkiyet hakkını kullanması engelleyecek şekilde yapılan yapılar için yapı kayıt belgesi düzenlenemeyeceği de açıktır.”

Sonuç olarak; 3194 sayılı İmar Kanunun Geçici 16. Maddesinde paylı ve hisseli mülkiyete haiz taşınmazlarla Kat Mülkiyeti Kanununa tabi taşınmazların ortak alanlarına yapı kayıt belgesi verilebileceğine dair herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu alanlarda yapı kayıt belgesi verilebilmesi için Türk Medeni Kanunu, Kat Mülkiyeti Kanunu ve ilgili mevzuat uyarınca taşınmazın diğer maliklerinin de muvafakatinin alınması gerektiğinden, bu muvafakatin alınmaksızın yapı kayıt belgesinin düzenlenmesi halinde diğer malikler açısından mülkiyet hakkının ihlali durumuyla karşılaşılacağı değerlendirilmektedir.

  Stajyer Avukat Ömer ALSANCAK

18 YAŞ ALTI SİGORTALILIK SÜRELERİ İÇİN AYM’DE DAVA AÇILMALI

18 yaş altı çalışmalar EYT’ li olmayı etkiler mi?

EYT’ nin temel sınırları Sayın Cumhurbaşkanı tarafından açıklandı, TBMM’ye gelmesi beklenmektedir.
EYT’ de en önemli şart kişinin 08.09.1999 tarihinden önce uzun vadeli sigorta kollarına tabi olup adına
emeklilik priminin yatmış olmasıdır. 08.09.1999 tarihinden önce kişinin 18 yaş altında sigortalı olması
EYT’ li olmasını etkilememektedir.

Sigortalılık süresi ne zaman başlar?

Ancak sigortalılık süresi 18 yaşının doldurulduğu tarihte mi başlayacak yoksa 18 yaşını doldurmadığı
tarihte mi? İşte bu sorunun cevabı çalışmamızda değerlendirilecektir.

Sigortalılık süresi ne anlama gelir?

Sigortalılık süresi; sigortalının malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına tabi olarak ilk defa çalışmaya
başladığı tarih ile aylık bağlanması için yazılı istekte bulunduğu tarih, ölen sigortalılar için de ölüm
tarihi arasında geçen süre olarak dikkate alınır.

Sigortalılık süresinin tamamen çalışılarak ya da prim ödenerek geçirilmiş olması şart değildir. Bu
sürenin başlangıç ve sonu arasında sigortalının aralıklı ya da birden çok sigortalılık haline tabi
çalışmasının, sigortalılık süresinin belirlenmesinde bir önemi yoktur.

Sigortalılık süresinin başlangıcı ne zamandır?

Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarının uygulanmasında dikkate alınacak sigortalılık süresinin
başlangıcı; malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına tabi olarak ilk defa kapsama girdiği tarih kabul
edilir.

Ancak, 4a (SSK) sigortalıları için işe giriş tarihi ile primlerin ödenmeye başladığı tarih farklı ise, ilk defa
malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına tabi prim ödenmeye başlanan tarih sigortalılık süresinin
başlangıcı olarak dikkate alınır.

Kadınlarda 20 yıl, erkeklerde 25 yıl sigortalılık süreleri burada bahsedilen sigortalılık süresinin
başlangıcından itibaren sayılır.

18 yaşından önce sigortalı olanların sigortalılık süresi ne zaman başlar?

Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarının uygulanmasında; 18 yaşından önce malullük, yaşlılık ve ölüm
sigortalarına tabi olanların sigortalılık sürelerinin 18 yaşını doldurdukları tarihte başladığı kabul edilir.
Bu tarihten önceki süreler için ödenen malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primleri, sadece prim
ödeme gün sayılarının hesabına dâhil edilir.

Örneğin; doğum tarihi 10.07.1974 olan (bayan) kişinin 18 yaşını doldurduğu tarih 10.07.1992 olacak;
doğum tarihi 07.09.1981 olan (bay) kişinin 18 yaşını doldurduğu tarih 07.09.1999 olacak; doğum
tarihi 02.01.1982 olan (bay) kişinin 18 yaşını doldurduğu tarih 02.01.2000 olacaktır. Örneğimizdeki
kişilerin sigortalılık sürelerinin başlangıcı sırasıyla 10.07.1992, 07.09.1999 ve 02.01.2000, sigortalılık
sürelerinin doldurulduğu tarih ise sırasıyla 10.07.2012, 07.09.2024 ve 02.01.2025 olacaktır.

Sigortalılık süresinin başlangıcında bir istisna var!

01.04.1981 (dâhil değil) tarihinden önce malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarına 4a (SSK) kapsamında
tescil edilmiş olanlar hakkında yaşa bakılmaksızın sigortalılık süresinin başlangıç tarihi dikkate alınır.
Bunun yanında ayrıca 18 yaş öncesinde geçen çalışma süreleri de prim ödeme gün sayısına ilave
edilir. Örneğin; uzun vadeli sigortalılık başlangıcı 31.03.1981 tarihi olan ve 15.04.1964 doğum tarihli X
(bay) kişisinin 31.03.1981 tarihindeki yaşı 31.03.1981 (-) 15.04.1964 = 16 yıl 11 ay 16 gün. Dolayısıyla
bu kişinin sigortalılık süresinin başlangıcı 31.03.1981 tarihi esas alınacak ve ödenen primler de prim
gün sayısına ilave edilecektir. Bu kişinin örneğin 25 yıllık sigortalılık süresinin dolduğu tarih
31.03.2006 olacaktır.

Sigortalılık başlangıcı 01.04.1981 ve sonrası olup 18 yaşın altında olanların sigortalılık süresinin hesabı
nasıl yapılmalıdır?

Soruyu örnek ile açıklayalım. 01.03.1980 doğumlu olan Bay Ahmet, 03.05.1995 tarihinde berber
dükkânında uzun vadeli sigorta kollarına tabi çalışmaya başladığını varsaydığımızda; Ahmet bey ilk
sigortalı olduğu zaman yaşı 18 yaşın altında (15 yıl 2 ay 2 gün) olduğu için KANUN GEREĞİ sigortalılık
süresinin başlangıcı 03.05.1995 tarihi esas alınmayacak (alınsaydı 25 yıllık sigortalılık süresini
03.05.2020 tarihinde doldurmuş olacak idi), 18 yaşın dolduğu tarih olan 01.03.1998 tarihi esas
alınacak ve 25 yıllık sigortalılık süresini 01.03.2023 tarihinde dolduracaktır.

Sonuç ve öneri olarak; 18 yaşın altındaki sürelerde geçen çalışma süreleri mevcut uygulamada kanun
gereği sadece prim ödeme gün sayısına ilave edilirken, sigortalılık süresinin başlangıcı olarak dikkate
alınmamakta, 18 yaşın doldurulduğu tarih esas alınmaktadır. EYT şartı olarak kabul edilen 08.09.1999
tarihinden önce uzun vadeli sigorta başlangıcı olan ve 18 yaş altındaki çalışanlar da EYT’ den
yararlanabilecek, ancak 18 yaş altındaki işe başlama tarihi aranan 20/25 yıllık sigortalılık süresinin

hesabında dikkate alınmamaktadır. Aslında burada bir tezatlık vardır. Şöyle ki, 18 yaş altındaki
sigortalı hizmetler prim gününden sayılmakta sigortalılık süresinin başlangıcından sayılmamaktadır.
Bu durum Anayasamızın 10. Maddesinde yer alan EŞİTLİK İLKESİNE aykırı olduğu düşünülmekle
beraber 11. Maddesindeki kanunların Anayasa’ya aykırı olamayacağı da dikkate alınmalıdır. 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 38’inci maddesinin Anayasa’ya aykırılığı
özellikle EYT mevzuunda kendisini iyice hissettirecektir. Bu durum, yukarıda ifade edildiği üzere
kişilerin aleyhine bir durum oluşturduğu, mağduriyet oluşturacağı dikkate alınmalıdır. Bununla
beraber Anayasamızın 60. Maddesinde yer alan “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” düzenlemesinde önemli anlamlar vardır.


Av. Muaz Salih YILDIRIM

 

https://eytdanismanlik.com/18-yas-alti-sigortalilik-sureleri-icin-aymde-dava-acilmali/2249/

SOSYAL MEDYA YASASI-II

SOSYAL MEDYA YASASI-II

 

        Bir önceki yazımızda bahsettiğimiz üzere, ülkemizde kabul edilen sosyal medya yasası birçok konuda düzenlemeler içermekte ancak yapılan bu düzenlemelerde değinilmesi ve tartışılması gereken önemli hususlar bulunmaktadır. Bu yazımızda; yapılan değişikliklerin tartışmalı yönlerini ele alarak kişilerin hak ve özgürlükleri üzerindeki etkileri değerlendireceğiz.

 

  • İlk olarak değinmemiz gereken konu; sosyal ağ sağlayıcıları tanımının kapsamıdır. Sosyal medya yasasının getirilme amacına etkin bir şekilde ulaşabilmek için sosyal medya sağlayıcı tanımına haiz olan platformların hangi kriterlere sahip olması gerektiği açıkça belirtilmelidir. Yani hangi sosyal medya içeriklerinin kaldırma yaptırımıyla karşılaşacağının şeffaf ve karar vericilerin öznel kararlarına bırakılmayacak şekilde tanımlanması gerekmektedir. Bu kriterler belirtilmediği takdirde sosyal etkileşim amacıyla paylaşım yapılan herhangi bir web sitesi dahi bu kapsama gireceğinden bahse konu siteye ağır sorumluluklar yüklenecektir.  Dolayısıyla sosyal ağ sağlayıcı kavramı sosyal medya platformları ile sınırlandırıldığı takdirde sosyal medya yasası asıl amacına ulaşmış olacaktır.

 

  • Sosyal ağ sağlayıcılarından bahsetmişken temsilcilikler konusunda da bazı olumsuz düzenlemeler olduğunu unutmamalıyız. Temsilcilikler öncelikle, İnternet Kanunu’nun 9. maddesine dayalı olarak yapılan içeriğin kaldırılması ve erişimin engellenmesi taleplerini karşılamakla sorumludurlar. Erişimin engellenmesi kararları gerekçeli olarak verilmelidir. Ancak Sulh Ceza Hakimliklerinin bile verdiği erişim engelleme kararlarını gerekçeli olmadığı düşünüldüğünde, herhangi bir hukuk eğitimden geçmemiş olan -ki zaten böyle bir kıstas da belirlenmemiş- temsilcilerin yüzlerce talebe 48 saat içinde gerekçe yazabilmeleri tartışma konusudur.

 

  • Bir diğer önemli husus ise kullanıcı verilerinin Türkiye’de muhafaza altına alınması yükümlülüğüdür. Böyle bir yükümlülük kişilerin kendi gizliliğinden kuşku duymayacak şekilde düzenlenmelidir. Data lokalizasyonu denen sosyal medya platformlarının kullanıcılara ait verilerini bulundukları ülkelerde tutulması zorunluluğu, kullanıcıların mahremiyetlerini koruyacak şekilde şifreleme gibi bir yöntemle garanti altına alınmalıdır. Aksi takdirde en küçük bir muhalefet durumunda anonim olarak fikir beyan eden kullanıcılara “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu (TCK m.216)” gibi bir suç atfedilebilir, savcılık talebiyle kişilerin her türlü verisine Türkiye’deki temsilcilik ve sunucular vasıtasıyla ulaşılabilir. Bu düzenleme, kişilik haklarına karşı bir ihlal gerçekleştiğinde veya suç işlendiğinde faillerin cezalandırılmasına yardımcı olacaktır. Fakat bununla beraber siyasi baskılar nedeniyle anonim olarak hesap kullanan kişilerin tespit edilmesine de olanak sağlanacaktır. Ne yazık ki bu durumda kişiler duygu ve düşüncelerini ifade etmekten çekinecek, Anayasa tarafından korunan ifade özgürlüğü olumsuz etkilenecek ve temel bir özgürlükte ihlal oluşacaktır.

 

  • Diğer yandan temsilci atama yükümlülüğü yerine getirilmediği takdirde internet bant genişliğinin büyük bir oranda daraltılması ölçülülük ilkesi bağdaşmamaktadır. Bu yükümlülük yerine getirilmediğinde öngörülen idari para cezaları ve reklam yasağının orantısız olmasının yanısıra, bant genişliğinin siteye erişilemeyecek şekilde daraltılması da bireylerin oldukça yaygın kullandığı platformlara erişimini engelleyecektir. Bu düzenleme bireylerin haber alma hakkını kısıtladığı gibi ifade özgürlüğünü de ihlal edecektir. Bu müdahalenin ölçüsüz olduğu gayet açıktır.

 

Nitekim temsilci atamamak kişilik haklarına yönelik bir suç oluşturmayıp sadece saldırı niteliğinde bir eylem yapıldığında oluşan sonuçların önlenememesi ihtimalini göstermektedir. Şunu belirtmemiz gerekir ki kişilik haklarına yönelen bir saldırıyı önlemek için buna sebep olan içeriğin ortadan kaldırılması yeterli bir çözüm olacaktır. Fakat eylemin meydana geldiği siteye tamamen erişilememesi, ölçüsüz olacak ve Türkiye’yi hukuk devletinin özelliklerinden uzaklaştıracaktır.

 

SONUÇ

         Anılan düzenlemenin yapılması için gerçek bir ihtiyaç vardır. Çünkü günlük hayatımızda kullandığımız sosyal medya platformları yurtdışı merkezli oldukları için bu platformlar üzerinden yapılan saldırılar ve işlenen suçlarda erişim engellenememekte ve eylemi gerçekleştiren kişiler de anonim ise kendilerine ulaşılamamaktadır. Ancak devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmesini amaçlayan düzenleme, içeriğinde amacını aşan, ölçüsüz pek çok yükümlülük barındırmaktadır. Bahsettiğimiz değişiklikler ile maalesef ki bireylerin ifade özgürlüğü, haber alma hakkı gibi Anayasal hakları ihlal edilmiş olacaktır. Öyle ki bireylerin özgürce düşüncelerini ifade edebildiği tek platform sosyal medya olduğundan bu düzenleme ile artık sosyal medya aracılığıyla fikir beyan etmek zorlaşacaktır. Özellikle teknoloji çağında olduğumuz düşünüldüğünde böylesine bir mekanizma bireylerin halihazırda en önemli haklarını kullanabilmesinin önüne geçecek ve yasalaşan bu düzenlemeye dayanılarak haksızlıklar oluşabilecek, var olan düzenlemeler suistimale açık hale gelecektir.

 

Staj. Av. Sinem KORKMAZ