Hukuk & Danışmanlık Hizmetleri
Yerel ve uluslararası alanda bilgili ve
tecrübeli ekibimizle hizmet sunmaktayız.

Hukuki Yazılar

Ana sayfa Hukuki Yazılar

MADEN RUHSATLARINDA, ORMAN KANUNU 16. MADDESİ KAPSAMINDA İDARENİN TAKDİR YETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Maden hukuku, madencilik faaliyetleriyle ilgili mevzuat ve düzenlemeleri içeren bir hukuk dalıdır. Madencilik faaliyetinin, diğer sektörlere nazaran kendine özgü özellikleri ve prensipleri bulunmaktadır. Bu prensip ve özelliklerinden en önemlisi; madenlerin bulundukları yerde işletilmesi ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin gözetilmesi gerektiğidir. Bununla birlikte, madencilik faaliyetlerinin büyük yatırım ve ileri teknoloji gerektirmesi, ağır ve tehlikeli işler kapsamında olması da yüksek risk içerdiğinin göstergesidir. Madencilik faaliyeti gerçekleştiğinde elde edilecek fayda ile ormanların zarar görmesi veya yok olması sonucunda ortaya çıkan muhtemel kaybın muhakemesi, izin ve denetim sürecinin tepe noktasıdır.

Maden ruhsatları, maden hukunun somutlaştığı belgeler olarak kabul edilir. Devlet ile kurulan ruhsat ilişkisi ruhsat sahibine sadece hak değil, bu hakka karşılık gelen yükümlülükler de yükler. Örneğin, madencilik faaliyetlerinin çevre ve insan sağlığı üzerindeki muhtemel olumsuz etkileri dikkate alınmak suretiyle Maden Kanunu madenlerin terkinini özel usullere tabi tutmuştur.

3213 sayılı Maden Kanununun “Madencilik Faaliyetlerinde İzinler” başlıklı 7. maddesinin 4. fıkrasında; “Devlet ormanları içinde yapılacak maden arama ve işletme faaliyetleri ile bu faaliyetler için zorunlu ve ruhsat süresine bağlı olarak yapılan geçici tesislere 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre izin verilir.” şeklinde ifade edilerek madencilik faaliyetlerinin yapılmasına ilişkin izinler Orman Kanununa dayandırılmıştır.

Madencilik faaliyetlerinin orman sahalarında yürütülmesine ilişkin olarak, 6831 Sayılı Orman Kanunun 16. maddesi ve Orman Kanununun 16. maddesinin Uygulama Yönetmeliği madencilik faaliyetlerine ilişkin düzenlemelerdir. 6831 sayılı Orman Kanun’unun 16. maddesinde;  ‘‘Devlet ormanları içinde maden aranması ve işletilmesi ile madencilik faaliyeti için zorunlu; tesis, yol, enerji, su, haberleşme ve altyapı tesislerine, fon bedelleri hariç, bedeli alınarak Tarım ve Orman Bakanlığınca izin verilir.’’ şeklinde yer almaktadır. Yani, orman sahalarında madencilik faaliyetinde bulunulabilmesi için Orman Kanununun 16. maddesinin Uygulama Yönetmeliği kapsamında Tarım ve Orman Bakanlığından izin alınmasının gerektiği ve anılan Bakanlığın izin verme hususunda takdir yetkisi bulunduğu; ancak, Bakanlığın, izin verme hususundaki takdir yetkisini kamu yararı, işin niteliği, ormanların korunması ve bu sahalara dair ihtiyaç gibi kıstaslar açısından değerlendirerek kullanacağı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 2021/2101 E. 2022/796 K. sayılı kararında da ifade edilmektedir. Bununla birlikte yine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından ‘‘Anayasa’nın 169. maddesinde, ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verildiği, bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı; Anayasa’nın 169. maddesinin 3. fıkrasında yer alan “Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez.” hükmü uyarınca her olayda, ormanlık alanda verilen izne konu edilen kamu yararı ile ormanın muhafazasındaki kamu yararının karşılaştırılmasının zorunlu olduğu,” kararlarında yer almaktadır. Kamu yararı, temelde kişiye ilişkin değil, kişilerin bir arada yaşayarak oluşturdukları toplumun varlığını sürdürmesine ilişkin bir çıkardır. Aynı zamanda kamu yararı, idarenin takdir yetkisini kullanarak işlem tesis ettiği ve yetkili makama seçim hakkı tanıyan belirsiz kavramlardandır. En önemli özelliği ise değişken olmasıdır. İdari Dava Daireler Kurulu tarafından verilen kararda da kamu yararının değişken olduğu ve yarıştığı görülmektedir.

İdarenin orman sahalarında  vereceği madencilik faaliyeti izinlerinde, ülkemizin maddi refahı ve kalkınması için ciddi önem arz eden maden faaliyetleri ile izin istenen sahadaki verimli devlet ormanlarının korunması arasındaki dengeyi sağlamalıdır. İdarenin bu dengenin sağlanması konusunda takdir yetkisi bulunsa dahi bu yetki mutlak olmayıp hukuka ve mevzuata uygun olarak kullanıp kullanmadığının yargısal denetime tabi olduğu açıktır. Bu dengenin sağlanması için madencilik faaliyetlerinin izin süreçlerinde detaylı projeler hazırlanmakta ve birçok kamu kurumundan görüş ve olur yazıları alınmaktadır. 25.11.2014 tarih ve 29186 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği kapsamında Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporu alınmakta, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü ve Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinden olur yazıları alınmaktadır. İdare tarafından ilgili olurlar alındıktan sonra, bu yazılar da projeye eklenerek proje sunulmaktadır.

Ruhsatını almış müteşebbis, bu süreçleri yürütürken ilgili idari birimler nezdinde oluşturulan teknik heyetlerin onayından geçmektedir. Mevzuat yönüyle ve teknik açıdan iznin verilmesinde bir hukuka aykırılık bulunmamasına rağmen, uygulamada idare yönünden son aşamada soyut gerekçeler ile takdiri bir ret kullanımına gidildiği görülmektedir. Ancak idarenin bu yönde tesis ettiği işlemlerin hukuk devleti ve idare hukukuna hakim ilkeler ile bağdaşmadığı tartışmasızdır.

Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “hukuk güvenliği” ilkesidir. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk devletinde kanun metinlerinin ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. “Belirlilik” ilkesine göre ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir.  

Yine Anayasa’nın 5.maddesi ile kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devlete yüklenmiş bir sorumluluktur.

Madenlerin aranması, bulunması görünür rezervinin geliştirilmesi ve işletilmesi Maden Kanunu’nda bir hak olarak düzenlenmiştir. Bu kapsamda, Anayasa ve kanunlar ile kendisine tanınan bir hakkını kullanan müteşebbisin üzerine düşen bütün sorumluluklarını yerine getirmesine rağmen idare tarafından soyut ve gerçek durumu yansıtmayan ifadeler ile madencilik faaliyeti taleplerinin reddedilmesi hukuk güvenliğinin sağlanamsına hizmet etmediği gibi Anayasa’nın 5. maddesi ile devlete yüklenen sorumluluğun amacına da hizmet etmemektedir.

İdare takdir yetkisini veriliş amacına uygun olarak ve belirlenen sınırlar içerisinde kullanmalıdır. Aksi durum takdir yetkisinin kötüye kullanması anlamına geleceğinden idari yargı organları, idarenin takdir yetkisine dayanarak tesis ettiği işlemleri, keyfiliği önlemek ve kişilerin haklarını korumak amacıyla denetler. (AKYILMAZ, Bahtiyar vd., Türk İdari Yargılama Hukuku sf. 173)

Nitekim yasa koyucunun da idareye takdir yetkisi verirken bunun sınırları çizmesi gerektiği Anayasa Mahkemesi tarafından ifade edilmektedir. “Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. İdareye keyfi uygulamalara yol açabilecek çok geniş takdir yetkisi verilmesi Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.” (Anayasa Mahkemesi 13/09/2000 Tarih, 2000/14 E., 2000/21 K.)

İdarenin takdir yetkisinin işin niteliği, ormanları korunması, bu sahalara olan ihtiyaç ve kamu yararı gözetilerek kullanılması gerektiği konusunda şüphe bulunmamaktadır. Ancak işletme ruhsatını alan, her türlü teknik ve hukuki incelemeden geçerek bütün kurum ve kuruluşlardan olur yazıları alan şirketlere, nihai olarak red kararı verilmesinde  bu dengenin korunduğundan bahsedilmesi mümkün değildir. İdare tarafından madencilik taleplerine ilişkin verilen ret kararlarında idarenin takdir yetkisinin amacını aşarak kullanıldığı ve Anayasa ve kanunlar ile güvence altına alınan maden hakkına müdahale teşkil ettiğini söylemek mümkündür.

 

Av. İbrahim TOPCU

Andis Hukuk Ve Danışmanlık Enerji Hukuku Birim Koordinatörü

 

AİLENİN KORUNMASI KANUNU KAPSAMINDA VERİLEN KARAR DOLAYISI İLE GEREKÇELİ KARAR HAKKI VE MASUMİYET KARİNESİNİN İHLALİ

Anayasa Mahkemesi 29.3.2023 tarihinde verdiği iki karardada (Ali İhsan Özge, B. No: 2021/59151, 29/3/2023, Gökhan Sarkurt, B. No: 2021/21332, 29/3/2023), 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun uyarınca verilen tedbir kararına yönelik esaslı iddiaların itiraz merci tarafından karşılanmaması nedeniyle gerekçeli karar hakkının, başvurucu hakkında “şiddet uygulayan” ifadesinin kullanılması nedeniyle masumiyet karinesinin ihlali iddialarını incelemiştir.

Her iki olayda da başvurucuların eşleri tarafında farklı zamanlarda 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun kapsamında başvurucular aleyhine uzaklaştırma kararı talep edilmiştir. Verilen uzaklaştırma kararına karşı başvurucular itiraz etmiştir. İtiraz makamı tarafında bu başvurular esastan değerlendirilmemiş sadece matbu olarak reddedilmiştir.

Anayasa Mahkemesi yaptığı değerlendirmede, başvurucuların itiraz dilekçelerinde belirttiği görüşlerinin itiraz kararında değerlendirilmemesini mahkeme hakkı kapsamında incelemiştir. Anayasa’da güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki gerekçeli karar hakkı gereği itiraz merciince başvurucunun beyan ve delillerinin etkili bir şekilde incelenmesi ve karşılanması gerektiğini vurgulamıştır. Anayasa Mahkemesi, daha önce benzer konuda verdiği Salih Söylemezoğlu (B. No: 2013/3758, 6/1/2016) ve Erdal Türkmen (B. No: 2016/2100, 4/4/2019) kararlarına atıf ile söz konusu yükümlülüğün yerine getirilmemesi sebebi ile adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

Ali İhsan Özge, B. No: 2021/59151 başvurusunda ayrıca tedbir kararında “şiddet uygulayan” ifadesi geçmiştir. Başvurucu bu ifadenin masumiyet karinesini ihlal ettiğini savunmuştur.

Anayasa Mahkemesi, S.M. ([GK] (B. No: 2016/6038, 20/6/2019) kararına atıfta bulunmuştur. Buna göre Anayasa Mahkemesi, başvurucu hakkında şiddet uygulayan ifadesinin kullanılmasının başvurucunun tedbire konu eylemleri işlediği veya suçlu olduğu izlenimini doğurduğunu değerlendirerek masumiyet karinesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun özelikle kadınların ve çocukların aile içi şiddete karşı korunması anlamında önemli koruma mekanizmaları içermektedir. Fakat uygulamada kadın eşlerin uzaklaştırma ve şiddet kullanımına ilişkin ifadeleri doğru kabul edilerek işlem yapılmakta ve bu konuda yapılan itirazlar matbu olarak reddedilmektedir.

Anayasa Mahkemesi kararında isabetli olarak vurgulandığı üzere eşin yaptığı itirazın usulüne uygun şekilde değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca kararlarda sıkça yapıldığı şekilde tek taraflı beyana dayanarak eşin şiddet kullanıldığının kabul edilmesi masumiyet karinesini ihlal etmektedir.

ANDİS HUKUK ANAYASA HUKUKU BİRİMİ

GÜVENCE HESABI NEDİR?

Karayolu üzerinde işletilme halindeki aracın yaptığı kazadan dolayı zarar gören üçüncü şahıslara karşı araç sahibi ve KTK‘nunda sayılan kişiler işleten sıfatı ile sorumludurlar. KTK’nun 91. Maddesine göre ‘’İşletenlerin, bu Kanunun 85 inci maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası yaptırmaları zorunludur.”

Dolayısıyla kazada zarar gören kişiler zararlarının tazmini için araç işletenlerine başvurabilecekleri gibi aracın ZMSS ile sigortalandığı sigorta şirketine de başvurabilirler. Bazı durumlarda zarar görenlerin işletene ve sigorta şirketine başvurması mümkün olmayabilir. İşte bu durumlar için üçüncü kişilerin cismani zararlarının tazminini sağlamak amacıyla GÜVENCE HESABI kurulmuştur.

5684 sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 14. Maddesine göre;

“Bu Kanunun 13 üncü maddesi, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve 4925 sayılı Karayolu Taşıma Kanunu ile ihdas edilen zorunlu sorumluluk sigortaları ile bu Kanunla mülga 21/12/1959 tarihli ve 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanunu çerçevesinde ihdas edilmiş olan zorunlu sigortalara ilişkin olarak aşağıdaki koşulların oluşması halinde ortaya çıkan zararların bu sigortalarla saptanan geçerli teminat miktarlarına kadar karşılanması amacıyla Türkiye Sigorta, Reasürans ve Emeklilik Şirketleri Birliği nezdinde Güvence Hesabı oluşturulur. 

Hesaba;

  1. a) Sigortalının tespit edilememesi durumunda kişiye gelen bedensel zararlar için,
  2. b) Rizikonun meydana geldiği tarihte geçerli olan teminat tutarları dâhilinde sigortasını yaptırmamış olanların neden olduğu bedensel zararlar için,
  3. c) Sigorta şirketinin malî bünye zaafiyeti nedeniyle sürekli olarak bütün branşlarda ruhsatlarının iptal edilmesi ya da iflası halinde ödemekle yükümlü olduğu maddî ve bedensel zararlar için,

ç) Çalınmış veya gasp edilmiş bir aracın karıştığı kazada, Karayolları Trafik Kanunu uyarınca işletenin sorumlu tutulmadığı hallerde, kişiye gelen bedensel zararlar için,

  1. d) Yeşil Kart Sigortası uygulamaları için faaliyet gösteren Türkiye Motorlu Taşıt Bürosunca yapılacak ödemeler için, başvurulabilir. ”

Güvence Hesabına Başvurulabilecek Haller

 Güvence Hesabına başvurulabilecek haller, 5684 sayılı Sigortacılık Kanununu 14/2 maddesi ve Güvence Hesabı Yön. m.9/1’de düzenlenmiştir. Buna göre;

  1. Sigortalının Tespit Edilememesi: Sigortalının (kazaya neden olan aracın) tespit edilememesi durumunda, Güvence Hesabının, yalnızca zarar görenlerin bedensel zararları (ölüm ve yaralanma) için sorumluluğu doğmakta olup, eşyaya ilişkin zararlardan sorumlu tutulamaz. Birden çok motorlu aracın katıldığı trafik kazalarında, motorlu araçlardan (sigortalılardan) sadece birisinin tespit edilememesi halinde dahi zarar görenin zararına karşı müştereken ve müteselsilen sorumluluk gereğince Güvence Hesabının da sorumluluğu doğar.
  2. Rizikonun Meydana Geldiği Tarihte Geçerli Olan Teminat Tutarları Dâhilinde Zorunlu Sorumluluk Sigortasının Yaptırılmamış Olması: Zorunlu sorumluluk sigortası yaptırılmaksızın trafiğe katılan aracın neden olduğu kazada zarar görenler, uğramış oldukları bedeni zararların tazminini Güvence Hesabından talep edebilir. Birden çok motorlu aracın katıldığı trafik kazalarında, motorlu araçlardan sadece birisinin zorunlu sorumluluk sigortasının bulunmaması halinde dahi zarara uğrayan kimse doğrudan doğruya Güvence Hesabına müracaat edebilir. Aracının sigortasını yaptırmamış bulunan işletenin ve diğer zarar sorumlularının zarar görene karşı sorumluluğu Güvence Hesabı ile birlikte devam eder. Zarar gören isterse işletene ve diğer zarar sorumlularına karşı talepte bulunabileceği gibi isterse doğrudan doğruya Güvence Hesabına başvurarak zararının karşılanmasını isteyebilir.

Başlangıçta sigortalı olup da sonradan sigorta poliçesi feshedilen veya zorunlu sorumluluk sigortası poliçe süresi sona erip de yenilenmeyen araçlar hakkında da bu hükmün uygulanması gerekir.

  1. Sigorta Şirketinin Malî Bünye Zaafiyeti Nedeniyle Sürekli Olarak Bütün Branşlarda Ruhsatlarının İptal Edilmesi veya İflası: Zorunlu sorumluluk sigortacısının malî bünye zaafiyeti nedeniyle sürekli olarak bütün branşlarda ruhsatlarının iptal edilmesi veya iflası halinde, trafik kazasında zarar görenler, diğer hallerden farklı olarak burada, hem bedeni hem de eşyaya (araç ve diğer eşya hasarları) ilişkin zararlarının karşılanmasını Güvence Hesabından isteyebilir. Zorunlu sorumluluk sigortacısının kazadan önce veya sonra (zamanaşımı süresi içinde) iflas etmiş olması arasında fark yoktur.

Birden fazla motorlu aracın katıldığı trafik kazalarında, kazaya katılan araçlardan birinin sigortacısının iflas etmiş olması halinde dahi zarara uğrayan kimse doğrudan doğruya Güvence Hesabına müracaat edebilir. Kazaya katılan araçlardan birinin sigortacısının iflas etmiş olması halinde işletenin ve diğer zarar sorumlularının zarar görene karşı sorumluluğu Güvence Hesabı ile birlikte devam eder. Zarar gören isterse işletene ve diğer zarar sorumlularına karşı talepte bulunabileceği gibi isterse doğrudan doğruya Güvence Hesabına başvurarak zararının karşılanmasını isteyebilir.

ç. Çalınmış veya Gasp Edilmiş Bir Aracın Karıştığı Kazada, KTK Uyarınca İşletenin Sorumlu Tutulamaması: KTK 107 maddesine göre “Bir motorlu aracı çalan veya gasbeden kimse işleten gibi sorumlu tutulur. Aracın çalınmış veya gasbedilmiş olduğunu bilen veya gereken özen gösterildiği takdirde öğrenebilecek durumda olan aracın sürücüsü de onunla birlikte müteselsilen sorumludur. İşleten, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerden birinin, aracın çalınmasında veya gasbedilmesinde kusurlu olmadığını ispat ederse, sorumlu tutulamaz. İşleten, sorumlu olduğu durumlarda diğer sorumlulara rücu edebilir. Aracın çalındığını veya gasbedildiğini bilerek binen yolculara karşı sorumluluk, genel hükümlere tabidir.”

Yasada belirtildiği üzere işleten çalınma veya gasp edilmede kusurunun olmadığını ispatlamak zorundadır. Aynı durum işletenin sorumluluğunu teminat altına alan sigortacı için de geçerlidir.

Yukarıda belirtilen koşullar gerçekleşmişse zarara uğrayan üçüncü kişi bedeni zararlarının tazmini için Güvence Hesabına başvurabilirler. Zarar gören, hırsız veya gasp edenden talepte bulunabileceği gibi bunlar hakkında bir dava veya icra takibi yapmadan doğrudan doğruya Güvence Hesabına müracaat edebilir.

  1. Yeşil Kart Sigortası Uygulamaları İçin Faaliyet Gösteren Türkiye Motorlu Taşıt Bürosunca Yapılacak Ödemeler: Yeşil Kart Sigortası (Green Card) kapsamında Türkiye sınırları içinde meydana gelen zararlardan dolayı Motorlu Taşıt Bürosunca tekemmül ettirilen hasar dosyalarının tazminat ödemesi için Büro tarafından da Güvence Hesabına başvurulabilir.

Yabancı plakalı aracın, kaza tarihini kapsayan trafik sigorta poliçesinin veya trafik sigorta poliçesi yerine geçen yeşil kart sigorta poliçesinin olmaması durumunda kazadan dolayı zarar gören 3. şahıs Güvence Hesabından zararının tazminini isteyebilir.

Güvence Hesabına yalnızca bedensel zararlar için başvuru yapılabilmektedir. Bu durumun istisnasını sigorta şirketinin malî bünye zaafiyeti nedeniyle sürekli olarak bütün branşlarda ruhsatlarının iptal edilmesi ya da iflası hali oluşturmaktadır.

Yeşil Kart Sigortası

Yeşil Kart, Yeşil Kart Sistemine üye ülkelerde geçerli olmak üzere düzenlenen, Uluslararası Motorlu Taşıt Sigorta Kartıdır. Trafik sigortasının eki niteliğinde olan Yeşil Kart, kazanın meydana geldiği ülkede yapılması zorunlu olan Motorlu Taşıt Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortasına(Trafik Sigortası) eşdeğer bir belgedir. Yeşil Kart sigortası yıllık olarak düzenlenir ve yenilemelerde yıllık olarak yapılır.

Son olarak, 5684 sayılı SK m.14 f.2’de bir düzenleme yer almamasına karşın, eski yönetmelikte sigorta süresi zarfında ilgili Bakanlıkça Tarife’de değişikliğe gidilerek zorunlu sorumluluk sigorta limitinin yükseltilmesi halinde, sigortalının yükseltilen limit için zeyilname (ek poliçe) yaptırmamış ve ek prim ödememiş olması durumunda, trafik kazası mağdurunun uğramış olduğu bedeni zararlar Güvence Hesabı teminatı şemsiyesi altına alındığını belirtelim.

MADDE 24 – (1) Bu Yönetmelik ile belirlenen teminat tutarları yürürlükteki bütün sigorta sözleşmelerine herhangi bir ek prim alınmaksızın uygulanır.

 (2) Sigorta şirketleri, düzenledikleri poliçelerin ön yüzüne “Sözleşme süresi içinde (Değişik ibare:RG-16/6/2021-31513)(13) Kurul tarafından teminat tutarları artırıldığı takdirde, bu poliçede yazılı teminat tutarları, herhangi bir işleme gerek kalmaksızın ve ek prim alınmaksızın yeni teminat tutarları üzerinden geçerli olur.” ibaresini yazmak zorundadır.

Karayolları Motorlu Araçlar Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortasında Tarife Uygulama Esasları Hakkında Yönetmeliğin 24. maddesine istinaden yeni teminat tutarları, yürürlükte bulunan bütün trafik sigorta poliçeleri için herhangi bir işleme gerek kalmaksızın ve ek prim alınmaksızın geçerli olacaktır.

 

Av. Mehmet Salih YILDIRIM

KADININ EŞİNİN SOYİSMİNİ ALMA ZORUNLULUĞU KALKTIKTAN SONRA AİLE İSMİ SORUNU

 

İsim, kişiyi toplumdaki diğer kişilerden ayıran, insanın karakteriyle ve hayatıyla bütünleşen bir unsurdur. Soy isim ise, diğer bir adıyla aile ismi, kişiyi mensup bir gruba ait hissettiren, diğer mensup gruplardan ayıran bir unsurdur. Bu sebeple, soy isim dediğimiz aile ismi toplum içerisinde önem arz etmektedir. Soy ismin insanlık için öneminin derinine baktığımız zaman aslında toplumda var olduğumuz zamandandır süregelen aidiyet hissiyatı bizi hep bir gruba mensup olma isteğine itmiştir. Aidiyet isteği sebebiyle yaşadığımız gruba bir aile adı koymuş ve kendimizi aile gruba ait hissetmişizdir. Bu aidiyet hissiyatı neticesinde mensup olduğumuz grup belirgin olsun diye Soyadı Kanununu farklı ülkelerde farklı tarihlerde çıkarmışızdır; ancak çıkan bu soyadı kanundaki pürüz olan erkeğin soy ismini alma zorunluluğu birtakım ayrımcılık düşüncesini doğurmuş ve toplumda özellikle kadınlar açısından “eşitlik ilkesi” adı altında haklarını aramaya başlatmış ve bunun neticesinde güzel sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Alınan güzel sonuçlardan bir örneği olan ülkemizde 28.04.2023 tarihinde Resmî Gazete ’de yayınlanan 22.02.2023 tarihli 2022/155 E. numaralı Anayasa Mahkemesi kararında TMK 187. maddenin birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmesi kararıdır.

Verilen karar sonucunda kadının artık eşinin soy ismini kullanma zorunluluğu ortadan kalktığına göre bu durumun aile ismine ne olacağı, nasıl kararlar verileceği sorularını akıllara getirecektir. Bu sorunu diğer ülkelerin medeni kanunları ile kıyaslayarak çözümlemek elbette mümkündür. Şöyle ki;

Fransa Medeni Kanunu’na göz atmadan önce Fransızca ’da soy isim demek olan Patronyme kelimesinin kökeni nerden gelmektedir kısa değinmek gerekir. Kökeni Yunanca olan  Patronyme kelimesinin anlamı (Pater baba, onuma ise ad),  babanın adı olarak Fransızca diline geçmiştir. Peki Patronyme kelimesinin kökenine göz attıktan sonra asıl konumuz olan Fransız hukukunda aile soy ismi nasıl belirlenir ona bir bakalım.

Öncelikle, Fransız Medeni Kanun’da eşin diğer eşin soy ismini kullanma zorunluluk hükmü bulunmamaktadır; ancak kanun koyucu eşlere kendi soy isimlerini kullanmaları üzerine bir seçimlilik hak tanımıştır. Bu bahsi geçen seçimlilik hakta, anne ya da baba kendi soy isimleri olarak aile soy isimlerini kullanabilir ya da anne ile baba birlikte soy isimlerini kullanabilirler. Örneğin; annenin soy ismi Kaya, babanın soy ismi Arslan olursa aile ismi eşlerin ortak kararıyla ya Kaya ya da Arslan olabilir ya da Kaya-Arslan olarak aile ismini kararlaştırabilirler. Verilen örneği kendi hukukumuzda uyguladığımızda isim-isim kültürüne alışkın olmadığımız için kimsenin çok fazla tercih edeceği bir seçenek olduğu söylenemez. Çünkü Türk toplumu aile isminde tek bir isme alışmaları sebebiyle pek de adapte olunabilecek bir kural olduğunu söylenemez; lakin eşlerin kendi soylarını devam ettirmek istemeleri sebebiyle soy isimlerinden vazgeçmek istememeleri gayet doğal bir istek olup bu nedenle soy ismin kadın-erkek fark etmeksizin bir tarafın vazgeçmek zorunda kalması bizim savunduğumuz konu olan zorunluluk konusu ile çelişmekte olup doğru bir yöntem olacağı söylenemez. Bu nedenle Fransız Medeni
Kanunu’nun aile ismi ile ilgili düzenlemede bize en uygun olanı en adil şekilde faaliyete geçirmek en doğru karar olacaktır.

Fransız Medeni Kanun’u üzerinde biraz değinip kafa yorduktan sonra diğer bir örnek teşkil edecek olan Alman Hukuku’na baktığımızda ise Almanya’nın, aile birliğine ve bütünlüğüne önem verdiğini bu nedenle de “aile adında birlik ilkesini” benimsedikleri Medeni Kanunu’nda açıkça görmekteyiz. Bu bahsi geçen ‘aile birliği ilkesine’ göre eşlerin soy isimlerini taşıma hususunda genelde bu ilkeye göre hareket etselerde bu ilkenin bir zorunluluk olmadığını kanun koyucu belirtmiştir. Bu ilkeye göre, eşler kanun tarafından kendilerine tanınan seçim haklarından biri olan önce “ortak aile adı” seçme ilkesi geçerlidir; eğer ki eşler ortak bir soy isim seçmezlerse hangi eşin soy ismini seçecekleri üzerine karar verilmesi istenir. Eşler ortak aile ismi kullanmak isterlerse nüfus idaresine giderek beyan verirler. Beyan verilmez ise eşler evlenmelerine rağmen kendi soy isimlerini korumaya devam ederler. BGB olan Alman Medeni Kanunu’nda soy isim “eşlere sunulan ilk seçenek olan, eşlerden birinin doğum yoluyla kazandığı soyadı aile soyadı olarak belirlemeleri, bunun neticesinde de diğer eşin kendi soy ismini kaybetmesiyle” sonuç bulur. Ancak soyadını kaybetmesi eşe dayatılan bir zorunluluk değil aksine özgür irade ile tercih edilmiş olan seçimin sonucudur. Bunun dışında kadın ve erkeğin soy isimlerinin birleştirilmesi ile yeni bir aile adı oluşturulamaz. Aile adı seçilmesinden sonra eşlerin kendi soy isimlerine dönmelerine izin vermeyen kanun koyucu, aile adında birlik ilkesine verdiği önem gereğince kendi soyadını koruma kararı alan eşlerin, her zaman bu kararından dönerek ortak aile adı belirlemeleri mümkün kılınmıştır. Alman Medeni Kanunu’nda göze çarpan özellik Aile ismi birliği ilkesinin Türk hukukundaki birlik ilkesi ile benzerlik göstermektedir. Arasındaki farklılık ise bizim rahatsız olduğumuz konu olan kadın eşin evlendikten sonra kendi soy isminden vazgeçme zorunluluğu bulunmasıdır. Alman Medeni Kanunu’nda bu ilke eşlere bir zorunluluk olarak dayatılmamış ve seçilecek soy isimde eşlere eşit hak tanınmıştır.

Diğer bir ülkede yürürlükte olan İsviçre Hukuku’nda aile soy isminin işleyişinde ise; eşlerin kanunen müşterek bir soyadı vardır. Eşlerin katılımı olmadan, kocanın doğumunda aldığı soyad aile soyadı olur. Eşler, başvurmaları halinde kadının soyadı ortak soyadı olur. İsviçre Medeni Kanunu’nda müşterek bir aile ismi seçme zorunluluğu bulunması bizim Türk Medeni Kanunu ile benzerlik gösterse de kadın eşin soy isminden vazgeçmesi bizi İsviçre Medeni Kanunu’ndan ayıran unsurdur.  

Belçika’da ise durum biraz dikkat çekicidir. Belçika’da kanunen eşlerin ortak bir soyadı yoktur. Her eş, evlilik sırasında kullandığı soyadı kullanmaya devam eder.

Yukarıda bahsi geçen ülkelerdeki farklı aile soy ismi düzenlemelerine göz attıktan sora Türk hukuk sisteminde aile soy isminin nasıl belirleneceği hususunda birtakım fikirler üretilebilir.

Türk hukuk sisteminde soy isim verilirken “birlik ilkesi” benimsenmiştir. Bu nedenle de TMK madde 187’ de evlenmenin eşlerin soyadları üzerinde etkisi aile adında birlik ilkesi esasına göre düzenlemiştir; ancak bahsi geçen kanun maddesinde kanun koyucu aile adının düzenlenmesinde eşlere seçim hakkı vermemiştir. Aile adının belirlenmesinde erkeğin soyadı esasına dayalı bir aile adı öngörmüştür. Bu kanun maddesine göre kadın, eşinin soyadını reddedemez; ancak kadına sınırlı bir seçimlilik hakkı tanıyan, eşinin soy adının önüne kendi soyadını kullanma hakkı vermiştir; ancak kadının kullanacağı ikili soy ismi aile adı olarak geçmediği için bu hak hiçbir anlam ifade etmemektedir. Medeni Kanun’unun 187. maddesini Anayasa’nın maddeleri üzerinden değerlendirildiğinde Anayasa’ya aykırı olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Şöyle ki; Anayasa’nın 10.maddesinde yer alan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükmünde herkesin cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşit olduğu ibaresine karşın TMK madde 187’ de “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır” ibaresi aslında dolaylı yolla aile soyunu kadının değil erkeğin devam ettireceği kararı olması ve cinsiyet ayrımı olması nedeniyle aykırıdır. Biyolojik olarak değerlendirildiğinde, soy anne ve babanın ortak geni ile devam eder bu soy devam etme durumunu tek bir cinsiyete yüklemek diğer cinsiyeti yok saymak anlamına gelir ve anayasanın eşitlik ilkesine aykırı bir durumu ortaya çıkarır.

Aile adı hakkında düzenlenen kanunları diğer bir eşitlik ilkesi üzerinden değerlendirdiğimizde Anayasa’nın 41.maddesinde “” aile Türk toplumunun temeli ve eşler arasında eşitlik ilkesine dayanır.” kanun hükmü aslında aile ismi seçerken bu hakkı, eşlere eşit haklara sahip olmalarından ötürü, soy isminin bir hak olması sebebiyle, bu hakkın eşlere eşit tanındığını, erkek eşin kadın eşten üstün olmadığını, eşit haklara sahip olduklarını örtülü bir şekilde  aile isminin eşitlik ilkesi adı altında adil belirlenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Ancak TMK madde 187’ deki hükümde yer alan hükümde eşin soy isminden vazgeçmesi zorunluluğu kadın ve erkek eş arasında bir eşitliğin olmadığı açıkça göstermektedir. Bu durum Anayasa’ya aykırı bir durumu ortaya çıkartır.

TMK madde 187. Maddesini anayasanın diğer bir maddesi olan 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” hükmünü soy isim üzerinden değerlendirdiğimizde, isim, kişi ile bütünleşmiş ve hayatının her çerçevesinde yer alan bir öğedir. Bu nedenledir ki soy isim, kişi için manevi varlığını bağlamında koruması gerektiği bir hak ve bu hakkın kişiyi sıkı sıkıya bağlayan bir hak olması neticesiyle TMK madde 187, anayasanın 17. maddesi bağlamında değerlendirildiğinde hak ihlaline yol açan bir hüküm mü olduğu sorusunu beraberinde getirir.

Tüm bu TMK madde 187‘yi Anayasa üzerinden değerlendirdiğimizde bahsi geçen kanun maddesi Anayasa’ya aykırı ve değiştirilmesi gerektiği görülmektedir.

 İç hukuk içinde Türk Hukuku’ndaki Anayasa ve Medeni Kanun hükmünün çeliştiğinin değerlendirilmesi yapıldıktan sonra Türkiye’nin iç hukuk dışında ayrıca uluslararası hukukta da çelişkiler yaşadığı açık olduğunu belirtmemiz gerekir. Yaşanılan çelişkilere örnek vermek gerekirse;

  • Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesinin 23. Maddesinin 4.fıkrasında taraf devletlerin, eşler evlenirken evlilik süresince eşit hak ve sorumluluklara sahip olmalarını sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alacağı hükmü,
  • Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 8. Maddesinde aile hayatına saygı gösterilmesine gerektiği hükmü,
  • CEDAW (Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Bildirgesi Sözleşmesi) madde 16/1-g “Aile adı, meslek ve iş seçimi dahil her iki eş için, eşit kişisel haklar tanınması hükmü,
  • Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin medeni hukukta eşlerin eşitliğine dair 27 Ekim 1978 tarihli, (78) 37 No’lu kararı ve cinsiyet ayrımcılığına karşı hukuksal korumaya dair 5 Şubat 1985 tarihli, R (85) 2 no’lu tavsiye kararında bazı ülkelerin mevzuat ve uygulamalarında halen cinsiyet eşitsizliğinin yer aldığına dikkat çekmiş ve bu ülkeleri soyadı seçimi ve ebeveynlerin isimlerinin çocuklarına geçmesi konularındaki tüm bu tür ayrımcılıkları ortadan kaldırma hükmü, taraf olduğumuz devlet olarak yerine getirmemiz gereken; ancak bir türlü tam faaliyet gösteremediğimiz hükümlerdir.

Türkiye’nin yukarıda emsal olarak verdiğimiz anlaşmalarda görülüyor ki Türkiye’nin iç hukukun yanında uluslararası ilişkilerde de çelişkiler yaşamaktadır. Anayasa’nın 90. Maddesinde yer alan “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”  hükmü  Milletlerarası Antlaşmaların Anayasa’dan hiyerarşik olarak üstün olduğunu ve bu antlaşmaların uygulanması gerektiği anlaşılır. Neyse ki; yakın zamanda çıkan Resmî Gazete’ de 28.04.2023 tarihinde yayınlanan 22.02.2023 tarihli 2022/155 E. numaralı Anayasa Mahkemesi kararı ile artık kadın eşin soy ismini alma zorunluluğu ortadan kalkmıştır; ancak kararın aile ismi ile ilgili bir kararı bulunmaması kafalarda karışıklığa sebep olmuştur. Kafa karışıklığını yukarıda saydığımız ülkelerde örnek niteliğinde kanun maddelerinden yola çıkarak bize en uygun olanı Anayasa’ya yani eşitlik ilkesine aykırı olmadan uygulayarak bu sorunu halletmek kaçınılmaz olacaktır. Örneğin ülkemizde kadın ve erkeğin soy isimlerini değiştirmeden evlenmeleri sonucunda çocuğun çift soy isimle doğması kafalarda karışıklığa sebep olabilir ayrıca kültür olarak hemen adapte olabileceğimiz bir örnek olmayabilir. Bu sebeple kadın ve erkeğin evlenirken ortak bir aile isminde kararlaşıp soylarını ortak şekilde devam ettirmeleri en azından bizim ülkemizin alışkın olduğu aile birliği ilkesine aykırı olmayacak ve toplumun bu yeni düzene alışması daha kolay olacaktır. Sonuç olarak diğer ülkelerin aile adı hakkında düzenlemelerini araştırarak en çok benimseyeceğimiz kuralı kendi hukuk ilkelerimiz çerçevesinde düzenler isek eşler arasındaki eşitliği sağlamış ve kadının da toplumda bir yeri olduğunu göstermiş olacağız.

 

 

Stj. Av. Aysu Roşin SEÇKİNER

KAYNAKÇA:
Dr. Hakan ATASOY, (2015), Evli kadının soy adı sorunu bireysel mi anayasal mı ? Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi, Cilt 0, Sayı 5, 2015

Serap HELVACI, Gediz KOCABAŞ, (2016), Fransız, Alman, İsviçre Ve Türk Hukuklarında Kadının Soyadı, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, cilt 21, sayı 2

KONUT KİRASINA İLİŞKİN GÜNCEL SORUNLAR

Son zamanlarda fahiş olarak artan kira bedelleri ile orantılı olarak uyuşmazlık sayısı ve çeşitliği de artış göstermektedir. Bununla beraber kiracı ve kiraya veren mal sahibi vatandaşların hak iddiaları akabinde oluşan sorunlar gündeme gelmektedir. Söz konusu çalışmamız da vatandaşların konuya ilişkin sıkça sorduğu soruları ve ilgili kanun maddeleri çerçevesinde sunacağımız cevapları içermektedir.

 

1-Kira sözleşmesini yazılı olarak düzenlemeyen ancak şifahen bir anlaşmaya varan tarafların hukuki durumu nedir?

Günümüzde her ne kadar kira akdi, yazılı olarak taraflar arasında düzenlese de akraba veya yakın çevre arasında sözlü olarak yapılmaktadır. Öncelikle Borçlar Kanunu ve ilgili diğer kanunlarda belirtildiği üzere kira sözleşmesinin yazılı şekilde yapılması şart değildir, taraflar yazılı olmadan da kira sözleşmelerini yapabilmektedirler ancak uygulamada ispat kolaylığı olması ve tarafların aralarındaki durumu net olarak belirtebilmesi açısından yazılı yapılması makul görülmektedir. Genellikle önceden hazırlanmış şablon halindeki kira sözleşmeleri taraflarca tercih edilmekte bunlar üzerinde düzenlemeler yapılmaktadır. Yazılı bir kira sözleşmesi yok ise de halin icabına göre taraflar; aralarındaki kira ilişkisini yaptıkları banka ödemeleri, faturalar gibi belgelerle ve ortaya koyabilecekleri diğer delillerle ispat edebilmektedirler. Kiraya veren, hukuki haklarını kullanabilir ve yapılacak yargılama içerisinde kira ilişkisini ispat edebilir vaziyettedir.

 

2-Belirli veya belirsiz süreli kira sözleşmelerinde kiraya veren, geçerli bir gerekçe sunmadan kiracının evden çıkmasını isteyebilir mi?

Belirli süreli kira sözleşmelerinden bahsedecek olursak; kiracı, sözleşmenin sona ereceği tarihten en geç 15 gün önce kiraya verene bildirmek suretiyle sözleşmeyi sona erdirip evden çıkabilmektedir ancak bu durum kiraya veren için geçerli değildir. Kiraya veren, sözleşme süresinin bitmesini gerekçe göstererek veya gerekçe sunmadan kiracıyı evden çıkaramaz. Örneğin; 26.05.2022 tarihinde bir yıllık süreli bir sözleşme ile kiralanan konutun, 26.05.2023 tarihinde sürenin dolması gerekçe gösterilerek boşaltılması istenemez. Kiraya veren ancak on yıllık uzama süresi sonunda, bu süreyi izleyen her uzama yılının bitiminden en az üç ay önce bildirimde bulunmak şartıyla, herhangi bir sebep göstermeksizin sözleşmeyi sona erdirebilir. Bu hüküm kiraya veren lehine konulmuş emredici bir hüküm olduğu için taraflar sözleşmede bunun aksini kararlaştıramazlar.

Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise açık hüküm bulunmaktadır. TBK m.347/2’ye göreBelirsiz süreli kira sözleşmelerinde kiracı her zaman, kiraya veren ise kiranın başlangıcından on yıl geçtikten sonra genel hükümlere göre fesih bildirimiyle sözleşmeyi sona erdirebilir.”

 

3-Kiraya veren, konut ihtiyacı nedeniyle kiracının tahliyesini nasıl talep edebilir?

Konut gereksinimine dayalı olarak kiraya veren tarafından kira akdinin sona erdirilebilmesi için konut ihtiyacı olan kişinin kanun maddesinde sınırlı olarak sayılmış kişilerden biri olması gerekmektedir: Kiraya verenin kendisi, Kiraya verenin eşi, Kiraya verenin altsoyu, Kiraya verenin üstsoyu, Kiraya verenin kanun gereğince bakmakla yükümlü olduğu kişilerdir. Kiraya veren tarafından mevcut kira sözleşmesi, belirli süreli ise sözleşmenin sona ereceği tarihten en az 3 ay önce bildirimde bulunmak şartı ile süre bitiminden itibaren 1 ay içinde dava açmalıdır.  Taraflar kira sözleşmesinin sona ereceği tarihi belirlemediği takdirde kiraya veren, her bir 6 aylık fesih dönemi içinde en az 3 ay önce kiracıya bildirimde bulunmak koşuluyla fesih dönemi sonundan itibaren 1 ay içinde dava açmalıdır.

            Bu durum neticesinde kiraya veren; tahliye edilen taşınmazı 3 yıl boyunca haklı bir sebep olmadıkça tahliye edilen kiracıdan başka bir kişiye kiralayamaz. Aksi takdirde kiracının tazminat davası açma hakkı mevcuttur. Tazminat, son 1 yıllık kira bedelinden az olamaz.

 

4-Kira sözleşmesinin kurulmasından sonra kiralanan ev satılırsa tarafların hakları neler olur?

Kira sözleşmesinin kurulmasından sonra kiralanan ev satılırsa yeni malik kira sözleşmesinin tarafı olur yani kira ilişkisi aynı koşullarla yeni malikle devam eder.

Yeni malik, kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için eve ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç esasen TBK içerisinde gereksinim olarak tanımlanmış ve yeni malik edinme tarihinden başlayarak bir ay içinde durumu kiracıya yazılı olarak bildirmek koşuluyla önceki malik döneminden süre gelmekte olan kira sözleşmesini altı ay sonra açacağı bir davayla sona erdirebilir. Yeni malik, dilerse gereksinim sebebiyle kira sözleşmesini sona erdirme hakkını, sözleşme süresinin bitiminden başlayarak bir ay içinde açacağı dava yoluyla da kullanabilir.

5-Tahliye taahhüdü verilmiş olması halinde yasal haklar nelerdir?

Kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiracının kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı taahhüt etmesine karşın taahhüt edilen tarihte yer boşaltılmamış ise kiraya veren, icra takibi yaparak veya dava açarak taşınmazın boşaltılmasını sağlayabilir. Türk Borçlar Kanununun 352. maddesindeki düzenleme, tahliye taahhüdü ile ilgili olup “Kiracı, kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiraya verene karşı, kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı yazılı olarak üstlendiği halde boşaltmamışsa kiraya veren, kira sözleşmesini bu tarihten başlayarak bir ay içinde icraya başvurmak veya dava açmak suretiyle sona erdirebilir. Bu süre geçtikten sonra, tahliye taahhüdüne dayanılarak kiracının tahliyesi istenemez.

 

 

6- Yasal olarak kiralar ne kadar arttırılabilir?

 

TBK 344. maddesi “Tarafların, yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmalarını” TÜFE’ deki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerli kabul etmiştir. Taraflarca kira miktarının yenilenen kira döneminde ne kadar ve ne şekilde belirleneceği konusunda bir anlaşma mevcut değilse yenilenen kira döneminde kira bedeli TÜFE’ deki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını aşmamak üzere belirlenir. Tüketici fiyat endeksi her ay düzenli olarak TÜİK’ in web sitesinde yayınlanmakta, on iki aylık ortalamalara göre değişim oranları açıklanmaktadır.

Son bir yıl içinde kira artışlarında ve TÜFE oranlarında meydana gelen olağanüstü artışların sonucunda, konut kiraları bakımından “geçici” yeni bir “kısıtlama” düzenlemesi kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Düzenleme, Türk Borçlar Kanununa bir geçici madde ilave edilerek gerçekleştirilmiştir. 11 Haziran 2022 tarihinde yürürlüğe giren düzenleme şu şekildedir; ‘‘Konut kiraları bakımından bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih ilâ 01.07.2023 (bu tarih dâhil) tarihleri arasında yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmalar, bir önceki kira yılına ait kira bedelinin yüzde yirmi beşini geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bir önceki kira yılının tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının yüzde yirmi beşin altında kalması halinde değişim oranı geçerlidir.’’ Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Bu oranları geçecek şekilde yapılan sözleşmeler, fazla miktar yönünden geçersizdir.’’ Düzenleme, sadece konut kiraları için geçerlidir.

 

7- Beş yılın sonunda, kiraya veren tarafından kira artışı istenmesinin sonuçları nelerdir?

Beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde her beş yılın sonunda uygulanacak kira bedeli, emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde yeniden belirlenir. Burada esasen taraflar arasında değişen koşullara göre yeni bir kira bedeli belirlemesi istenmektedir. Beş yılı dolan sözleşmede, yenilenen kira dönemine ilişkin TÜFE artış oranını aşmama kısıtlaması kalkacaktır. Kısaca; ; kiraya verenin her beş yılda bir kira bedelinin “kiralananın durumu” ve “emsal kira bedellerine” göre belirlenmesini isteme hakkı bulunmaktadır.

Sonuç olarak her geçen gün artış eğilimi gösteren enflasyon, en fazla kiraya veren-kiracı ilişkilerine yansımaktadır. Günden güne büyümekte olan uyuşmazlık konularını yasal boyutları ile ele almak, mevcut anlaşmazlıklarda tarafların hangi haklara sahip olduğunu bilmelerinde etkili olmaktadır. Bu doğrultuda hukuki alanda da yenilikler yapılarak, tarafların direkt olarak uzun bir yargılama sürecine dâhil olmadan haklarından haberdar edilerek çözüm odaklı yaklaşım sergileyip anlaşmaları amacıyla kira ilişkilerinde zorunlu arabuluculuk uygulaması da 1 Eylül 2023 itibari ile yürürlüğe girecektir. Söz konusu uygulama bir sonraki çalışmamızda ele alınacaktır.

                                                                                          

                                                                                                    Stj. Av. Elvan ÖNAL