Hukuk & Danışmanlık Hizmetleri
Yerel ve uluslararası alanda bilgili ve
tecrübeli ekibimizle hizmet sunmaktayız.

Hukuki Yazılar

Ana sayfa Hukuki Yazılar

AKARYAKIT İSTASYONLARININ KAPATILMASINA SEBEP OLACAK KAÇAKÇILIK FİİLLERİ

5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu’nda işletmenin kapatılmasını gerektirecek sebeplerden bazıları da kanunun izin vermediği ve 5607 sayılı kaçakçılık kanununda “kaçakçılık suçu” olarak tanımlanan fiillerin işlenmesi halinde gerçekleşmektedir.

Petrol Piyasası Kanun’un “İdarî yaptırımlar” kenar başlıklı 20/c maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

“5607 sayılı Kanunda belirtilen kaçakçılık fiillerinin işlendiği tespit edilen rafineri hariç her türlü tesiste lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar Kurum tarafından geçici olarak durdurulur ve bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez. Kesinleşmiş mahkeme kararına göre lisans sahiplerinin lisansı iptal edilir. Lisans sahibine verilen idari para cezası ödenmeden lisansa konu tesis için lisans verilmez.”

Yukarıda dile getirmiş olduğumuz fıkradan da anlaşılacağı üzere EPDK’nın lisans vermiş olduğu akaryakıt dağıtım firmaları,  bu dağıtım firmalarının bayileri, ihrakiye teslim şirketleri, ihrakiye bayiileri vb firmaların lisanlarına uygun faaliyetlerini icra ederken “Kaçakçılık suçu” olarak tanımlanmış fiillerden birisinin işlenmesi halinde ticari faaliyeti kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkemeden alınmış olunan beraat kararı alınmayana kadar bu işletmelerin faaliyetleri geçici olarak durdurulur.  Kovuşturmanın mahkumiyetle neticelenip bu kararın kesinleşmesi halinde verilmiş olunan lisan iptal edilir ve bu işletmeye bir daha lisans verilmez.

Akaryakıt firmaları için çok önem arz eden bu düzenlemeden sonra bu firmaların hangi fiilleri “Kaçakçılık suçu” olarak nitelendirildiğine bakmakta fayda vardır. Yukarıda dile getirmiş olduğumuz fıkra ile atıf yapılan kanunun 5607 sayılı kaçakçılıkla mücadele kanununu olduğunu anlamaktayız.    

Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nda Düzenlenme Şekli:

5607 sayılı yasanın “Kaçakçılık suçları” kenar başlıklı 3. Maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

“……

10) Kaçakçılık suçunun konusunu oluşturan eşyanın akaryakıt ile tütün, tütün mamulleri, makaron, yaprak sigara kâğıdı, etil alkol, metanol ve alkollü içkiler olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek cezalar yarısından iki katına kadar artırılır, ancak bu fıkranın uygulanması suretiyle verilecek ceza üç yıldan az olamaz.[5]

11) (Değişik: 18/6/2014-6545/89 md.) Ulusal marker uygulamasına tabi olup da, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun belirlediği seviyenin altında ulusal marker içeren veya hiç içermeyen akaryakıtı;

  1. a) Ticari amaçla üreten, bulunduran veya nakleden,
  2. b) Satışa arz eden veya satan,
  3. c) Bu özelliğini bilerek ve ticari amaçla satın alan,

kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır. Ancak, marker içermeyen veya seviyesi geçersiz olan akaryakıtın kaçak olarak yurda sokulduğunun anlaşılması hâlinde, onuncu fıkra hükmüne istinaden cezaya hükmolunur.

(12) Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundan izin alınmadan; akaryakıt haricinde kalan solvent, madenî yağ, baz yağ, asfalt ve benzeri petrol ürünlerinden akaryakıt üreten veya bunları doğrudan akaryakıt yerine ikmal ederek üreten, satışa arz eden, satan, bulunduran, bu özelliğini bilerek ticarî amaçla satın alan, taşıyan veya saklayan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. (Ek cümle:29/4/2021-7318/13 md.) Akaryakıt yerine kullanılan diğer ürünler yönünden de bu fıkra uyarınca cezaya hükmolunur.

(14) Kaçak akaryakıt veya sahte ulusal marker elde etmeye, satmaya ya da herhangi bir piyasa faaliyetine konu etmeye yarayacak şekilde lisansa esas teşkil eden belgelerde belirlenenlere aykırı olarak sabit ya da seyyar tank, düzenek veya ekipman bulunduranlar iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır.

(15) Ulusal markeri yetkisiz olarak üreten, satışa arz eden, satan, yetkisiz kişilerden satın alan, kabul eden, bu özelliğini bilerek nakleden veya bulunduranlar, iki yıldan beş yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Ulusal markerin kimyasal özelliklerini taşımasa bile, bu madde yerine kullanılmak amacıyla üretilen kimyasal terkipler hakkında da bu fıkra hükmü uygulanır.

…..” denilmektedir.

Yukarıda dile getirmiş olduğumuz 5607 sayılı yasanın “Kaçakçılık suçları” kenar başlıklı 3. maddesinin ilgili kısımlarından da anlaşılacağı üzere Petrol Piyasası Kanunu’na göre ticari faaliyette bulunan işletmelerin Petrol Piyasası Kanunun 20/c maddesine göre işlem yapılmasının şartlarını tahdidi olarak kanun koyucu 5607 sayılı yasa ile belirlemiştir. Bu şartlardan en az birinin gerçekleşmemesi halinde denetleyici ve düzenleyici kurum olan EPDK’nın 20/c maddesine göre işlem yapması mümkün değildir. 5607 sayılı yasanın 3. Maddesinde sayılan sebeplerden birinin meydan gelmesi halinde EPDK doğrudan ticari işletmeyi mühürleyerek lisansını geçici olarak durdurur. Bu durdurma kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkemenin kesinleşmiş beraat kararı verilinceye kadar devam eder. Kovuşturma neticesinde mahkûmiyet kararının kesinleşmesi halinde askıya alınmış lisans iptal edilir ve o tesise bir daha lisans verilmez. 

                                                                                                                                                      Av. Emrullah BEYTAR

İŞ HUKUKU KAPSAMINDA İBRA SÖZLEŞMESİ

İbra sözleşmesi, taraflar arasındaki bir borç ilişkisinin alacaklı tarafından borçlu lehine kısmen veya tamamen sona erdirilmesine yönelik iki taraflı hukuki işlemi ifade etmektedir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420’nci maddesinde iş hukuku kapsamında düzenlenen ibra sözleşmesi toplumda yaygın olarak “ibraname” adıyla bilinmektedir. Buna göre  ibraname, işçinin iş sözleşmesinden kaynaklı alacağını aldığını gösteren yazılı bir belge niteliğindedir. İbra sözleşmesi mevzuatımızda oldukça katı şekil şartlarına tabii olmasına rağmen uygulamada her zaman bu şartlara uyulduğu söylenemez. Nitekim iş sözleşmesinin tarafı olan işçinin işini kaybetme korkusu, maddi yönden işverene bağımlı oluşu gibi sebeplerle işverene göre daha dezavantajlı tarafta olduğu toplumumuzca da bilinmektedir. Bundan dolayı da işçiler çoğu zaman alacaklarının tamamını almadıkları halde belli mecburiyetler çerçevesinde ibraname imzalamak durumunda kalabilmektedirler. Mevzuatımızda ibra sözleşmesine hem genel hükümler kapsamında hem de özel olarak iş hukuku kapsamında yer verilmiştir. Çalışmamızda ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420’nci maddesinde iş hukuku kapsamında düzenlenen ibra sözleşmesinin hukuki niteliklerinden bahsedilecektir.

Usuli işlem olarak İbra Sözleşmesi ilk olarak 818 sayılı Borçlar Kanunu döneminde ortaya çıkmış olmakla beraber kanunda herhangi bir düzenlenme bulunmadığından o dönemde oluşan uyuşmazlıkların çözümü Yargıtay İçtihatları ile sağlanmıştır. Daha sonra Yargıtay’ın bu konuda çelişkili kararlar vermesi üzerine kanuni düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur. Böylelikle ibra sözleşmesi ilk olarak 6098 sayılı Borçlar Kanununda düzenlenerek mevzuatımızda yer almıştır.

Buna göre İbra Sözleşmesi 6098 Sayılı Borçlar Kanunun 420. Maddesinin 2. ve devam eden fıkralarında aşağıdaki gibi düzenlenmiştir.

İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür.

Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur.

İkinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün tazminat alacaklarına da uygulanır.

  • İBRA SÖZLEŞMESİNİN GEÇERLİLİK KOŞULLARI

1. Şekle İlişkin Şart

1.2 Yazılılık

Bilindiği üzere Türk Borçlar Kanunu’nda kural olarak şekil serbestliği kabul edilmiştir. Yani taraflar arasında düzenlenecek sözleşmenin geçerliliği kanunda aksi öngörülmedikçe hiçbir şekle bağlı olmayacaktır. Ancak kural olarak her ne kadar şekil serbestisi kabul edilmişse de  kanun koyucunun buna istisna getirmesi de mümkündür. Bahsedilen istisnai durumlardan biri de TBK m.420/II maddesi kapsamında işçi işveren ilişkisi sonucunda doğan alacaklar bakımından düzenlenecek ibra sözleşmesinin şekline ilişkindir. Buna göre, “İşçinin, işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ….şarttır.” denilmek suretiyle ibra sözleşmesinin yazılı şekilde düzenlenmesi halinde geçerli olacağı açıkça ifade edilmiştir. Burada kanun koyucu tarafından belirlenen şekil şartı emredici nitelikte olup aksinin taraflarca kararlaştırılması mümkün değildir. Nitekim kanun koyucu burada esasen dezavantajlı tarafta bulunan işçiyi korumayı amaçlamıştır. Ancak anılan madde yalnızca işçiyi korumaya yönelik getirilmiş bir düzenleme olup işverenin işçiden alacağına yönelik yapılacak ibra sözleşmesinde TBK m.132 uygulanacaktır.

Öte yandan kanunda ibra sözleşmesinin geçerlilik koşulunun yazılı olacağı belirtilmişse de yazılı şeklin niteliğine ilişkin ayrıca bir düzenleme yapılmamıştır. Yazılı şekil unsuru, adi ve nitelikli olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrıma kısaca değinmemiz gerekirse; adi yazılı şekilde tarafların yalnızca metni imzalaması yeterli iken nitelikli yazılı şekilde metnin içeriğinde belli unsurların da ayrıca yer alması gerekir. Nitelikli yazılı şeklin zorunlu olduğu durumlar kanunda ayrıca belirlenmiştir. TBK m.420/II kapsamında düzenlenecek ibra sözleşmesinin de nitelikli yazılı şekle tabi olacağına ilişkin ayrıca bir hüküm bulunmamaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere ibra sözleşmesinin adi yazılı şekilde düzenlenmesi gerekli ve yeterli olabilecektir. 

2. Esasa İlişkin Şartlar

2.1 Alacağın Tür ve Miktarının Açıkça Belirtilmesi

TBK M. 420 /II uyarınca ibra sözleşmesinde aranan şartlardan bir diğeri ise ibra edilecek alacak türünün ve alacak miktarının sözleşmede açıkça belirtilmesidir. Yani ibrası istenen alacaklar sözleşmede hem miktar hem de tür itibariyle soyut ve genel ifadelerin aksine açıkça belirlenmelidir. Aksi takdirde düzenlenen ibranamenin geçersizliği gündeme gelecektir. Buna ilişkin Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 2016/20876 Esas 2019/18510 Karar 9.10.2019 tarihli ilamında,“6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için yasal koşulların varlığı aranmalıdır. Somut uyuşmazlıkta, dosya kapsamında yer alan davacının imzaladığı 19.01.2014 tarihli ibranamede ücret, kıdem tazminatı, ek ödeme, yıllık izin ücreti ve ikramiye alacakları için yapılan ödeme miktarları gösterilmiştir. Aynı ibranamede ödeme miktarları gösterilen alacaklar dışında fazla mesai, hafta tatili, genel tatil ücretleri, her türlü sosyal yardımlar ve prim alacakları yönünden işverenin ibra edildiği belirtilmiş, mahkemece anılan ibraname gereğince davanın reddine karar verilmiş ise de ibranamede dava konusu edilen fazla mesai ve genel tatil ücreti, performans primi ve kıdem yılı ikramiyesi alacakları tek tek miktarları belirtilmek suretiyle yer almamıştır. Ayrıca söz konusu alacaklar banka aracılığı ile de ödenmemiştir. Bu hali ile Türk Borçlar Kanununun 420. maddesine uygun ibranameden söz edilemeyeceğinden dava konusu edilen alacaklar dosya içeriğine göre hesaplanarak hüküm altına alınmalıdır. Mahkemece belirtilen hususlar gözetilmeden verilen karar hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.”

denilerek ibra sözleşmesinde alacak miktarının açıkça belirtilmediği durumlarda sözleşmesinin hukuken geçersiz sayılacağı belirtilmiştir. Yine ibra edilmek istenen alacağın her birinin teker teker sözleşmede yer alması gerekmekte olup alacağın soyut şekilde belirtildiği ibra sözleşmeleri de hukuken geçersiz olacaktır.

2.2 Ödeme Şekli

6098 sayılı Kanunun 420. maddesine göre; İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmelerinde belirtilen işçi alacakları, eksiksiz bir şekilde banka kanalıyla ödenmelidir. Kanun koyucu burada ibra sözleşmesinin ancak kanunda belirtildiği usulde ödenmesi halinde gerçekleşeceğini ifade etmiştir. Yani ödemenin banka aracılığıyla eksiksiz şekilde yapılmaması halinde ibra sözleşmesi geçersiz olacaktır. “Dosya kapsamı ibranamenin iş sözleşmesinin sona erme tarihinden itibaren en az 1 aylık süre geçmeden düzenlendiği, ibranamede 2.474,51 TL ihbar tazminatı ve 3.827,88 TL kıdem tazminatı ödendiğinin belirtildiği ancak ödemenin banka aracılığıyla yapıldığına dair bir kaydın olmadığı görülmektedir. O halde ibranamenin geçerli olarak kabul edilmesi mümkün değildir.” (Yargıtay 9. HD. T. 22.09.2020 E.2016/23928 K.2020/8639 )

Öte yandan konusu işçi alacağı olan ibra sözleşmesi, hakkın gerçek miktarda ifa edildiğini içermiyorsa yani alacağın kısmen ödendiği durumlarda ve ibra beyanını ihtiva eden diğer ödeme belgeleri, ihtiva ettikleri meblağ ile sınırlı olarak makbuz niteliğine haizdir. Yani miktar içeren ibra sözleşmelerinde alacağın kısmen ödenmesi durumunda ibra sözleşmesi geçersiz olmakla beraber ödemenin banka aracılığı ile yapılması koşuluyla yapılan ödemenin makbuz hükmünde olacağı kabul edilmiş ancak bu belgelere ibra niteliği yüklenmemiştir. Kanun koyucu burada ibra sözleşmesine geçerlilik koşulu olarak ibraya konu alacağın tamamının eksiksiz şekilde ödenmesini şart koşmuştur. Buna karşın alacağın kısmi ödenmesi halinde ibra sözleşmesi ödenen kısım yönüyle makbuz olarak nitelendirilebilecek ve ödenmeyen kısım yönünden de işçinin alacağını talep etme hakkı devam edecektir.

Yine kanunun lafzından anlaşılacağı üzere açıklanması gereken bir diğer husus ise ibra edilecek borcun hangi banka aracılığı ile kimin hesabına yatırılacağına ilişkindir. Bu noktada hesap bilgisinden sorumluluk işçi üzerindedir. Nitekim böyle bir durumda işçi, ödemenin yapılmasını istediği hesabı işverene bildirmelidir. İşçinin bilgi vermemesi durumunda ise taraflar arasında devam eden iş sözleşmesi kapsamında hangi banka hesabına ödeme yapılıyor ise işveren bu hesaba ödeme yapmakla borcundan kurtulmuş olacaktır. İşveren ödeme yaparken hangi alacağa ilişkin ödeme yaptığını ayrıca ve açıkça belirtmelidir. Ancak işveren tarafından açıkça belirtilmeksizin yapılan ödeme bile yok sayılmayacak diğer işçilik alacaklarından sırasıyla mahsup edilecektir. Ödemenin yapılıp yapılmadığına yönelik ispat yükü ise işverenin üzerindedir. İşveren ibra sözleşmesi kapsamında banka kanalıyla ödeme yaptığını ispat edemez ise borcun ibra ile sona ermediği kabul edilecektir.

3. Belgenin Düzenlendiği Zamana İlişkin Şart

6098 sayılı TBK. m. 420 hükmünden anlaşılacağı ibra sözleşmesi iş akdinin feshinden itibaren en az bir aylık sürenin geçmesi halinde düzenlenebilmektedir. Yani iş akdi devam ediyorken veya iş akdinin sonlanmasından itibaren bir aylık sürenin geçmeden düzenlenen ibranameler kesin hükümsüz olacaktır. Bu koşul ibranamenin düzenlenebilmesinin ön koşulu olarak da kabul edilebilir. Nitekim kanun metninde yer alan diğer koşulların gerçekleşmesi için öncelikle iş akdinin sonlanması ve asgari bir aylık sürenin geçmesi gerekir. Bu şartların gerçekleşmemesi halinde diğer koşullar gündeme dahi gelmeyecektir. Bir aylık sürenin belirlenmesinde ise iş akdinin sona erdiği tarih önem arz edecektir.

Taraflar arasındaki iş akdi birçok şekilde sona ermiş olabilir. Bu nedenle iş akdinin sona ermesi hali her durum için farklılık gösterecek bir aylık süre de buna bağlı olarak farklı zamanlarda başlayacaktır. Örneğin 4857 sayılı İş Kanunu m.17 iş sözleşmesinin bildirimli olarak sona ermesini düzenlemektedir. Buna göre bildirimli fesih halinde ihbar süresinin dolması ile iş akdi sona ereceğinden bu tarih itibariyle bir ay içinde ibra sözleşmesi düzenlenebilecektir. Haklı sebeple derhal fesih halinde ise fesih bildiriminin usulüne uygun şekilde karşı tarafa ulaştığı tarihte bir aylık süre işlemeye başlayacaktır. Yine belirli süreli iş sözleşmesinde ise bir aylık süre, belirlenen sürenin dolmasından itibaren başlayacaktır. Taraflar kendi aralarında mutabık kalarak iş akdini sonlandırmış da olabilirler. Bu noktada ise sözleşmenin niteliğinin bir önemi yoktur. Bu halde bir aylık süre aksine bir anlaşma yoksa tarafların anlaştıkları tarih kararlaştırılmışsa bu tarihte işlemeye başlayacaktır. İş sözleşmesinin sona erme şekillerinden bir diğeri de işçinin ölümü olup böyle bir durumda işçinin ölüm tarihi sürenin başlangıcında dikkate alınacaktır.

Öte yandan sözleşmenin düzenlendiği tarihin belirtilmesi madde metninde geçerlilik unsuru olarak belirtilmemiştir. Bununla beraber asgari bekleme süresine uyulup uyulmadığının ispatı ise ancak sözleşmede tarihin açıkça belli ve belirlenebilir olması halinde gerçekleşebilecektir. Bu açıdan madde metninde sözleşmenin düzenlendiği tarihin yer alması gerektiğine ilişkin bir koşul bulunmasa da sözleşmenin bir diğer geçerlilik koşulu olan asgari bekleme süresinin belirlenebilmesi açısından tarihin açıkça belli ve belirlenebilir olması şarttır. Aksi takdirde sözleşmenin geçersizliği gündeme gelecektir.

  • İbranamenin Makbuz Sayıldığı Durumlar

İbranamenin makbuz sayılacağı durumlar TBK 240. m. 3. Fıkrasında belirtilmiştir. Buna göre hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Söz konusu ödeme makbuz hükmünde olduğundan işçinin alacağından mahsup edilebilecektir. Burada esasen belirtilmek istenen husus madde metninde katı şekilde belirtilen alacağın tamamının banka aracılığı ile ödenmesi koşulunun kısmen gerçekleşmesi durumuna ilişkindir. Bu durumda alacak miktarı kısmen de olsa banka aracılığı ile ödendiği takdirde düzenlenen ibraname hukuken geçerli bir ibraname olmasa da yapılan ödeme makbuz niteliğinde olacaktır. Bu halde ödeme işçinin diğer alacaklarından mahsup edilebilecek nitelikte bir ödeme belgesi olabilecektir. Buna ilişkin Yargıtay bir kararında, “Bahse konu belge, iş sözleşmesinin sona erdiği tarihte düzenlenmesi ve yukarıdaki yasal koşulları taşımaması nedeniyle kesin hükümsüz olup, ibra niteliğinde kabul edilemeyecek ise de, mahkemece imzaya itiraz edilmediğinden bahisle makbuz hükmünde olduğu değerlendirilerek kıdem tazminatı talebinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Halbuki hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmünde olmakla beraber, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’ndaki düzenleme uyarınca bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması gerekmektedir. Dosyada, ilgili belgede kıdem tazminatı tutarı olarak belirtilen net 25.884,62-TL’nin banka aracılığıyla ödendiğine ilişkin banka hesap hareketi veya dekont gibi bir delil bulunmadığından, davacının dava dilekçesinde belirtmiş olduğu banka hesap kaydı dahil taraflardan sorulacak ödemeye ilişkin kayıtlar getirtilmek suretiyle kıdem tazminatının banka aracılığıyla ödenip ödenmediği hususu araştırılmalı; ancak banka kaydı ile ödeme yapıldığının sabit olması halinde ilgili belge makbuz hükmünde kabul edilmelidir.” (Yargıtay 22. HD. E. 2017/25556 K. 2019/21633 T.27.11.2019)  diyerek sözleşmeye konu alacağın banka aracılığı ile ödenmesi koşulu ile yapılan kısmi ödemenin makbuz sayılacağına değinmiştir.

İbranamenin makbuz sayıldığı durumlardan bir diğeri ise, iş akdi  devam ederken veya iş sözleşmesinin bitiminden ancak bir aylık asgari süre geçmeden düzenlenen ibranamelere ilişkindir. Bu tür ibranameler de her ne kadar ibra niteliğine haiz olmasa da işveren tarafından yapılan ödeme makbuz sayılacaktır. Ancak bu halde de yine yapılan ödemenin banka aracılığı ile yapılması gerekmektedir.

Kanun metninde ödemenin banka aracılığı ile yapılacağına ilişkin hüküm her ne kadar emredici nitelikteyse de Yargıtay bir kararında bunun aksine bir karar  vermiştir. Bahsi geçen kararda ibra sözleşmesinin geçerlilik şekli olan ödemenin banka aracılığı ile yapılması şartı yerine getirilmemiştir. Yani ibra sözleşmesine konu edilen alacak banka yoluyla ödenmemiştir. Somut olayda işçi kendisine belli bir ödemenin yapıldığını ancak ibra sözleşmesinde belirtilenden daha az yapıldığını beyan etmiştir. Yargıtay, yaptığı inceleme neticesinde işçinin ikrarı dahilinde yapılan ödemeyi ibra sözleşmesinde belirtilen bedel üzerinden yapıldığına kanaat getirerek mahsup işleminin de  bu miktar üzerinden yapılması gerektiğini belirtmiştir. “Davacının imzasını taşıyan 16.02.2015 tarihli ibranamede kıdem tazminatı olarak net 5.462,79 TL ödendiği yazılı olup, sözü edilen ibranamenin irade fesadına dayalı olarak düzenlendiği ileri sürülmemiş ve bu yönde bir delil sunulmamıştır. Miktar içeren ibraname tahakkuk gösterilen ödeme tutarı itibariyle makbuz hükmünde olup, hak kazanılan kıdem tazminatından 5.462,79 TL düşülmesi gerekirken banka kaydında ödeme gözükmediği gerekçesiyle salt davacının kabulüyle sınırlı tutularak 3.340 TL’nin mahsubu ile hüküm kurulması hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.” (Yargıtay 9. HD. E.2016/ 19462 K. 2020//6701 T. 30.06.2020)

Sonuç olarak; ibra kavramı uygulamada özellikle iş hukuku kapsamında sıklıkla karşımıza çıkan bir müessesedir. İş hayatında işçinin işini kaybetme korkusu, maddi yönden işverene bağımlı oluşu gibi sebepler işçi ile işverenin eşit olmadığı sonucu ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle işçiler çoğu zaman işlerini kaybetme korkusu veyahut başkaca sebeplerle hakkının tam olarak ödenmediği ibranamelere imza atabilmektedirler. Buna göre 6098 sayılı kanun dönemi öncesinde işçilerin imza ettikleri ibranameler sıklıkla işçilerin hak kaybına sebep olmuş bunun önüne Yargıtay’ın çeşitli içtihatları ile geçilmeye çalışılmıştır. Ancak Yargıtay içtihatlarının da bazı konularda yetersiz kalması ve içtihatlar arasında çelişkili kararların olması gibi sebepler ibra sözleşmesinin kanunda açıkça düzenlenmesine ihtiyaç oluşturmuştur. Esasen 818 sayılı kanun döneminde ibra sözleşmesinin geçerlilik şartları şekillenmiş 6098 sayılı kanun döneminde ise şekillenen geçerlilik koşulları kanuni zemine taşınmıştır. Buna göre ibra sözleşmesi 6098 sayılı  TBK ile düzenlenerek mevzuatımızda yer almış ve uygulamada sıklıkla karşılaşılan sorunlar kanuni düzenleme ile belli bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. İbra sözleşmesinin yasal düzenlemeye kavuşturulmasının amacı işçi aleyhine düzenlenebilecek ibranamelerin önüne geçebilmektir. Bu nedenle sözleşmenin geçerlilik koşulları kanunda katı şekilde düzenmiş ve emredici hükümlerle işçilerin de bunun aksine yapacağı irade beyanının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ancak kanun koyucu bunu yaparken ifa kavramı ile ibra kavramını birbirine karıştırmıştır. Nitekim ibra esas itibariyle borcu sona erdiren ve sonucunda ifa gerektirmeyen usuli bir işlemdir. Düzenlenen madde  lafzında ise esasa ilişkin şart koyulurken sözleşmeye konu edilen alacağın banka aracılığı ile eksiksiz şekilde ödenmesi şart koşulmaktadır. Yani borcun eksiksiz ifa edilmesi sonucu borcun sona erecek olması esasen kanuni düzenlemenin ibra değil ifa niteliğinde olduğunu göstermektedir. Yani madde metninde yer alan bu şartın hukuken bir çelişki yarattığı açıktır. Bu nedenle 6098 sayılı  TBK m. 420’nin bu yönüyle yeniden düzenlemesi gerektiği kanaatindeyim.

Av. Zeynep PAŞAHAN

MUNZAM (AŞKIN) ZARAR KONUSUNDA İSPAT SORUNU

Borç kavramı, alacaklı ile borçlu arasındaki hukuki bağ gereğince borçlunun, alacaklıya karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu yükümlülüğü ifade eder. Borçlar Kanunumuza göre borç, hukuki işlemler, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme olmak üzere üç kaynaktan doğabilmektedir. Hangi sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın bir borcun ödenmesi asıl olmakla beraber bu her zaman için gerçekleşmemektedir. Borçlunun borcunu ödememesi halinde  borçlunun temerrüdü olgusu gerçekleşmekte ve alacaklıya, alacağını talep etmenin yanı sıra bir takım başka haklar da tanınmaktadır. Hukuk sistemimizde borcun hiç veya zamanında ifa edilmemesi halinde alacaklıya tanınan en önemli hak, borçludan temerrüt faizi isteme hakkıdır. Temerrüt faizi istenebilmesi için borçlunun temerrüde düşmekte kusurunun olup olmamasının bir önemi bulunmamaktadır. Temerrüde düşen borçlu, temerrüde düşmekte kusuru olsun veya olmasın, alacağın muaccel hale geldiği tarihten temerrüdün devam ettiği süre boyunca işleyecek temerrüt faizini alacaklıya ödemekle yükümlü olacaktır.

Hukuk sistemimizde para borçları için temerrüt faizi, 3095 sayılı “Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun kapsamında düzenlemiştir. Anılan kanunun 2. maddesinde; “Bir miktar paranın ödenmesinde temerrüde düşen borçlu, sözleşme ile aksi kararlaştırılmadıkça, geçmiş günler için 1 inci maddede belirlenen orana göre temerrüt faizi ödemeye mecburdur.” düzenlemesi yer almaktadır. Kanunun 1. maddesinde ise kanuni faiz oranı “Borçlar Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’na göre faiz ödenmesi gereken hallerde, miktarı sözleşme ile tespit edilmemişse bu ödeme yıllık yüzde dokuz (19/12/2005 tarihli ve 2005/9831 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile kararlaştırılmıştır.) oranı üzerinden yapılır.”  denilmektedir. Ticari işlerde ise farklı bir uygulama yapılmakta olup, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının önceki yılın 31 Aralık günü kısa vadeli avanslar için uyguladığı faiz oranı,  kanuni faiz oranından fazla ise, arada sözleşme olmasa bile ticari işlerde temerrüt faizi bu oran üzerinden istenebilecektir. Söz konusu avans faiz oranı, 30 Haziran günü önceki yılın 31 Aralık günü uygulanan avans faiz oranından beş puan veya daha çok farklı ise yılın ikinci yarısında bu oran geçerli olacaktır. Buna göre para borçlarında alacaklı, borçlunun kusurunu ve zararını ispatlamaya ihtiyaç duymaksızın borçludan temerrüt faizi isteme hakkına sahiptir.

Ancak borcun geç ifasından dolayı alacaklının uğradığı zararların, sadece temerrüt faiziyle karşılanması her zaman mümkün olmayabilmektedir. Özellikle yüksek enflasyon, olağanüstü ekonomik kriz ve paranın satın alma gücündeki önemli azalmaların olduğu dönemlerde bu durum sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Alacaklının uğradığı zararların temerrüt faizi ile karşılanmasının mümkün olmaması hali için Türk Borçlar Kanunu’nun 122. maddesinde “Aşkın Zarar” başlığı altında bir düzenleme yer almaktadır. Anılan maddede; “Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramış olursa, borçlu kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da gidermekle yükümlüdür.” denilerek, alacaklının temerrüt faizi ile karşılanmayan zararlarının da borçlu tarafından karşılanması gerektiği belirtilmektedir.

Munzam (Aşkın) zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının mal varlığının durumu ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır.1   Buna göre munzam zarar, borç zamanında ifa edilmiş olsaydı alacaklının malvarlığı, borcun ifa edildiği duruma nazaran daha iyi bir durumda olurdu varsayımına dayanmaktadır. Alacaklının munzam zararı, malvarlığında meydana gelen azalma şeklinde olabileceği gibi malvarlığındaki artışların önüne geçilmesi şeklinde de olabilir. Borcun zamanında ifa edilmemesi sebebiyle, bir iş ve yatırım fırsatının kaçırılmasından dolayı mahrum kalınan kar ve kazanç kaybının oluşması, başkalarına olan borcunun ödenmesi için finans kurumundan kredi çekilerek finansman maliyetine katlanılması, döviz cinsinden olan borcunu ödeyemediği için kur farkından kaynaklanan zararın oluşması, alacağının tahsili için yüksek miktarda masraf yapılması, paranın enflasyon karşısında değer kaybederek satın alma gücünü yitirmesi halleri munzam zarar kapsamında değerlendirilmektedir. 

Temerrüt faizinden farklı olarak munzam zarar, borçlunun temerrüde düşmekte kusurunun olmasının yanında bir takım şartların biraraya gelmesi ve özellikle temerrüt faizini aşan zararların oluşması halinde söz konusu olmaktadır. Buna göre munzam zarar ile temerrüt faizi arasındaki farklardan birisi, kusur noktasındadır. Temerrüt faizi istenebilmesi için borçlunun temerrüde düşmekte kusurunun olması gerekmediği halde munzam zarar için ise borçlunun kusurluluğu şarttır. Ayrıca munzam zarar, temerrüt faizinin alacaklının maruz kaldığı zararın tamamını gidermediği durumlarda, şartların da oluşması kaydıyla, başvurulabilecek müspet zararın bir türüdür. Müspet zarar,  alacaklının, borcun gereği gibi ifa edilmemesinden dolayı borcun ifasındaki çıkarının gerçekleşmemesi yüzünden uğradığı zarardır.2 Aşkın zarar sadece fiili zarardan ibaret değildir3, yoksun kalınan kâr da aşkın zararın konusunu oluşturabilir.4 Aşkın zarar, temerrüt faizi ile karşılanamayan zarara ilişkin olduğundan asıl alacaktan bağımsız5 ve ek zarar niteliğindedir.6

Munzam Zararın Şartları

Munzam zarar yani aşkın zararın borçludan talep edilebilmesi için bir takım şartların oluşması gerekmektedir. Buna göre munzam zararın talep edilebilmesi için gereken şartlar;  

  • Borçlunun Temerrüdü; hangi sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın bir para borcunun ödenmesinde borçlu yönünden temerrüde düşülmüş olması,
  • Borçlunun Kusuru; temerrüde düşmede borçlunun kusursuzluğunu ispatlayamaması,
  • Munzam Zarar; borcun zamanında ifa edilmemesi sebebiyle alacaklının, temerrüt faiziyle karşılanmayan bir zararının oluşması,
  • Nedensellik Bağı; borçlunun kusuru ile meydana gelen zarar arasında uygun bir illiyet bağının mevcudiyeti.

Munzam Zararın ispatı

Borçlunun temerrüdünden dolayı temerrüt faiziyle karşılanmayan munzam zararının oluştuğunu iddia eden alacaklının, oluştuğunu iddia ettiği zararlarını somut olarak ispatlaması gerektiği konusunda kuşku bulunmamaktadır. Nitekim alacağına zamanında kavuşsaydı, yapabileceği iş fırsatları veya borsa ve gayrimenkul yatırımı gibi yatırım araçlarıyla temerrüt faizinden daha fazla bir gelir elde edeceğini iddia eden alacaklının, geçmişte kaçırdığı iş fırsatları ile iştigal ettiğini veya yatırım araçlarıyla yatırım yaptığını ve bunların muhtemel getirilerini somut olarak ortaya koymalıdır. Yine alacağını tahsil edemediği için başkalarına olan borcunu ödemek zorunda olduğu için kredi çekerek faiz giderine katlandığını veya kur farkından dolayı zarara uğradığını iddia eden alacaklının bu iddialarını da somut olarak ispatlaması gerekmektedir. Ancak bu ispat yükümlülüğünün sınırının ne olması gerektiği ve özellikle olağanüstü ekonomik gelişmeler, yüksek enflasyon ve paranın satın alma gücünü önemli ölçüde yitirmesi gibi durumlarda ayrıca alacaklıya ispat yükünün yüklenmesinin gerekip gerekmeyeceği konusunda hukuki birliktelik bulunmamaktadır.     

818 sayılı Borçlar Kanunu döneminde munzam zararın ispatı konusunda Yargıtay daireleri arasında görüş farklılıkları bulunmaktaydı. Daireler ile Genel Kurul arasındaki görüş farklılıklarının giderilmesi için toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 8.10.1999 tarih ve 1997/2 Esas, 1999/1 Karar sayılı kararında munzam zararın ispatı konusunu ele almıştır. Anılan kararda, munzam zararın ispatı noktasında yumuşak bir tutum sergileyen Yargıtay 4, 11 ve 13. Hukuk Dairelerinin kararları ile bunun tam tersi katı tutumdaki Hukuk Genel Kurulu ile 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Dairelerinin kararları değerlendirilerek, içtihat farklılığının giderilmesinin gerekip gerekmediği tartışılmıştır. Kararda yer aldığı üzere Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, para borcunun zamanında ödenmemesi halinde bir zarar karinesinin zaten varolduğunu, temerrüt süresince yasal %30 üzerinde paranın değer kaybı halinde faizi aşkın zararın doğduğu, paranın değer kaybının B.K.’nun 105’inci maddesinde yer alan faizi aşkın zarar olarak nitelendirileceği, zira paranın hızla değer yitirdiği bir dönemde kişinin paradan kaçış eğiliminin bulunduğu, kişinin bu eğilimi fiili karine olarak kabul edilmeli ve davacının faizi aşan zararı ispat yükü ters çevrilmeli görüşü hakimdi. Yargıtay 11. ve 4. Hukuk Dairesi ise paranın değer yitirmesini başlı başına bir zarar nedeni olarak kabul etmekteydi. Öte yandan Yargıtay 5, 15, 18 ve 19. Hukuk Daireleri ise ekonomik gelişmeler ve paranın değerini yitirmesine dayanılarak munzam zararın istenilmesi halinde zararın somut olarak ispat edilmesi gerektiği, Hukuk Genel Kurulu ise paranın değer yitirmesinden dolayı munzam zararın talep edilmemesi gerektiği görüşündeydiler. Bütün bu kararları tartışan İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu, “…. Zararların kanıtlanması işleminin tek bir ispat vasıtasına bağlanması; hâkimin, delilleri serbestçe takdir edip vicdani kanaatine göre hüküm kurmasını öneren yasal kuralı sınırlandıracağı gibi hukukun zaman içinde gelişimini de önleyebilecektir.” diyerek içtihadın birleştirilmesine gerek görmemiştir.

Yukarıda belirttiğimiz İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararından 1 ay sonra toplanan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, munzam zararın ispatı noktasında ilke kararı almıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ nun 10.11.1999 tarih ve 1998/13-353 Esas, 1999/929 Karar sayılı kararında;

“…..Sırası gelmişken belirtelim ki, munzam zarar davalarında alacaklının (davacının) ispat yükümlülüğü çok sıkı kurallara bağlanmamalı, genel ispat yöntemlerinde olduğu gibi her olayın kendi yapısı ve özelliği içinde değerlendirmeye tutulmalıdır.

Örneğin, yaşayan hayatın gerçekleri ve deneyimlerinin zorunlu kıldığı herkesçe bilinen normal durumlar ile fiili karineler, diğer bir anlatımla MK. 6 da anlamını bulan genel kuralın istisnaları şeklinde ispat yükümünü ortadan kaldıran olgular, ispat hukuku açısından alacaklı yararına değerlendirilmeli, bunların aksini iddia eden borçluya ispat yükünün düştüğü kabul edilmeli en önemlisi hükmedilecek zarar miktarı ve kapsamının tespitinde BK. 43/1 hükmünden yararlanılmalıdır.

Ülkemizde süregelen hiperenflasyonun yüzde yüzlerde seyrettiği, vadeli mevduatların en az bu oranlarda gelir getirdiği, yabancı para değerinin (kurların) her zaman temerrüt faiz oranlarını aştığı, banka kredilerinin yüzde iki yüze kavuştuğu, paranın iç alım (satım) alma değerinin büyük ölçüde azaldığı tartışmasız, yaşanan bir gerçek olduğu çok açıktır. Böyle bir enflasyonist ortamda bireyin parasının değerini sabit tutmak ve kazanç sağlamak için bir çaba ve girişimlerde bulunması örneğin en azından vadeli mevduat veya kurları devamlı yükselen döviz yatırımlarında değerlendirmesi, olayların normal akışına, hayat tecrübelerine uygun düşen bir karine olarak kabul edilmesi zorunludur.

Gerçekte de anlatılan enflasyonist ortamda yaşayan makul, normal bir kişinin parasını atıl biçimde elde tutmayacağı, gelir getirici bir yatırıma dönüştüreceği, insan yapısının ve menfaatlerini koruma içgüdüsünün de tabii bir sonucudur.

Hal böyle olunca, enflasyonist ekonominin olumsuz etki sonuçları kamuca az veya çok herkesin bildiği, en önemlisi gerekli olduğu taktirde bilinebilmesinin kolayca gerçekleştirilebileceği ve mahkemelerinde bilgisi altında olan vakıalar olarak kabulü gerekir. Yasal deyimi ile “MARUF VE MEŞHUR” vakıalardır ve bunların ispatına gerek yoktur.”

denilmektedir. Hukuk Genel Kurulunun bu kararında paylaştığı ilkelerden, eski uygulamalardan vazgeçilerek, enflasyon ve paranın değerindeki düşüşlerin fiili karine olarak kabulüyle munzam zararın ayrıca ispatına gerek olmadığı görüşünün kabul edildiği anlaşılmaktadır.

İlerleyen dönemlerde munzam zararın ispatı konusu Hukuk Genel Kurulunda tekrar değerlendirilmiştir. Hukuk Genel Kurulunun 31.10.2007 tarih ve 2007/11-668 Esas, 2007/798 Karar sayılı kararında farklı bir görüş benimsendiği görülmektedir. Zira Hukuk Genel Kurulunun önüne giden uyuşmazlık, alacak davasında verilen hükmün kesinleşip alacağın tahsil edildiği zamana kadar ülkemizde gerçekleşen enflasyon ve Kasım 2000 ve Şubat 2001 tarihlerindeki ekonomik krizler ile yabancı para değerindeki ve banka faizlerindeki anormal artışlar karşısında davacının zararının temerrüt faiziyle karşılanmadığı iddiasına dayanmıştır. Hukuk Genel Kurulunda yapılan değerlendirme sonucunda; “………Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez………. Bu itibarla Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir……..Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir.” denilerek, ekonomik göstergelerin sadece munzam zararın miktarının tespitinde dikkate alınabileceği, bunun ötesinde ekonomik göstergeler sebebiyle munzam zararın oluştuğunun kabul edilemeyeceği görüşü paylaşılmıştır. 

Sonrasında Hukuk Genel Kurulunun 13.06.2012 tarih ve 2011718-730 Esas 2012/373 Karar sayılı kararında munzam zararda ispat sorunu yeniden ele alınmıştır. Anılan karara  konu edilen uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı munzam zararın oluştuğu iddiasına dayanmaktadır. Bu uyuşmazlık hakkında Hukuk Genel Kurulunca tesis edilen kararda, “ilke olarak Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın ispatına ilişkin olup; ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü dolayısıyla zararın ispatlanmış mı sayılacağı, yoksa bunlar dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla mı kanıtlanması gerektiği, noktasında toplanmaktadır. ………. Davacıların kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir.” denilerek sadece paranın değer yitirmesi munzam zarar için yeterli görülmüştür.

6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra da munzam zararın ispatı noktasında içtihat birliği sağlanamamış ve farklı mahkemelerce farklı kararlar verilmiştir. Alacağın geç ödenmesinden dolayı munzam zarar oluştuğu iddiasıyla açılan bir dava hakkında Yargıtay 15. Hukuk Dairesince tesis edilen 12.05.2016 tarih ve 2016/1049 Esas 2016/2737 Karar sayılı kararda; “Dava konusu somut olaydaki çözümlenmesi gereken hukuki sorun; temerrüt faizini aşan bir zararın mevcut olup olmadığıdır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira; davacı para alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını kanıtlaması gerekir. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Soyut enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü, başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark sebebiyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Ülkede yaşanan ekonomik kriz sebebiyle paranın döviz karşısında hızlı değer kaybı, yüksek enflasyon gibi genel afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen umumi ekonomik konjonktürel olgular BK’nın 105. (T.B.K. 122.) maddesinde sözü edilen munzam zararın varlığını göstermez.” gerekçesiyle enflasyonun, munzam zararın varlığını ispatlamayacağı değerlendirmesinde bulunulmuştur.

Yargıtay’ ın munzam zararın ispatı noktasındaki farklı yaklaşımları, Anayasa Mahkemesinin 2014/2267 başvuru nolu bireysel başvuru dosyasında da değerlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru dosyasında verdiği 21.12.2017 tarihli kararında, “Enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, Hazine bonosu ve devlet tahvili faiz oranlarının sabit yasal ve temerrüt faiz oranlarının çok üstünde gerçekleşmesi, borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Bu nedenle borçlu borcunu süresinde ödememekte, yargı yoluna başvurulduğunda da yargı süresini uzatma gayreti göstermekte; böylece yargı mercilerindeki dava ve takipler çoğalmakta, yargıya güven azalmakta, kendiliğinden hak alma düşüncesi yaygınlaşarak kamu düzeni bozulmakta, kişi ve toplum güvenliği sarsılmaktadır. Mülkiyet hakkı kapsamında alacağın geç ödenmesi durumunda arada geçen sürede enflasyon nedeniyle paranın değerinde oluşan hissedilir aşınma ile mülkiyetin gerçek değeri azaldığı gibi bu bedelin tasarruf veya yatırım aracı olarak getirisinden yararlanmak imkanı da bulunmamaktadır. Bu şekilde kişiler mülkiyet haklarından mahrum edilerek haksızlığa uğramaktadır.” şeklindeki değerlendirmesi ile enflasyon ve bunun neticesinde oluşan faiz oranlarında ortaya çıkan artışın, temerrüt faizinin çok üstünde kaldığı durumlarda hak sahibinin mağduriyete uğramasının önüne geçilmesi gerektiğini kabul etmiştir.  Yine aynı kararda “Sonuç olarak başvurucunun mülkiyet hakkı kapsamındaki alacağının enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına uğratılarak ödendiği anlaşıldığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklendiği kanaatine varılmıştır.  Bu tespite rağmen derece mahkemelerinin başvurucunun zarara uğradığını ayrıca ispatlaması gerektiği yönündeki katı yorumu nedeniyle somut olay bakımından kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunması arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu değerlendirilmiştir.”  şeklinde değerlendirmede bulunularak, enflasyona karşı alacaklı tarafın hakkının ihlal edilmesinin önüne geçilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Günümüz koşullarına bakıldığında ekonomik göstergelerin sürekli bir değişim içinde olduğu ve enflasyonun ve paranın satın alma gücünün stabil olmadığı dönemlerde, alacaklının temerrüt faizini aşan zararını karşılayabilmesi bakımından Anayasa Mahkemesinin verdiği kararın yerinde olduğu kanaatindeyiz. Keza paranın alım gücü ile enflasyon ters orantılı şekilde işlemekte olup enflasyonun yükselmesi ile paranın alım gücü düşmekte ve haliyle değer kaybetmektedir. Bu noktada alacaklının hakkı olan alacağına kavuşması için, borçlunun kusuru ile neden olduğu zarardan sorumlu tutulabilmesini net bir somut delille ortaya koymasını beklemek, alacaklıya ek ispat külfeti yüklemek anlamında olacaktır.

Anayasa Mahkemesince verilen ihlal kararı sonrasında Yargıtay’ın kararlarının da aynı paralellikte olması ve munzam zararın ispatı noktasında içtihat birlikteliğinin oluşması beklenirdi. Ancak Anayasa Mahkemesi kararından sonra bazı Yargıtay Dairelerinin kararlarında, ekonomik koşulların munzam zararın ispatı için fiili karine kabul edilmesi gerektiği belirtilmiş iken, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu yakın tarihte verdiği bir kararında eski içtihadını devam ettirme yolunu seçmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 29.03.2022 tarih ve 2021/11-938 Esas 2022/401 Karar sayılı kararında; “Bu itibarla davacı tarafından ileri sürülen, ülkemizdeki belirli dönemlerde mevcut olan ekonomik olumsuzluklardan enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki düşüş gibi olgulara dayalı aşkın (munzam) zarar talebi, zarar olgusunun delili olarak kabul edilemez. Zira ülkemizdeki belirli dönemlerde var olan ekonomik koşullardaki olumsuzluklar nedeniyle paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma, tek başına davacının temerrüt faizi dışında bir zararının varlığının ispatı değildir. Dolayısıyla ekonomik şartlar sebebiyle ortaya çıkan yüksek enflasyon, döviz kurlarındaki dalgalanma, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu, paranın satın alma gücünde meydana gelen azalma gibi olumsuzluklar, bir karine olarak kabul edilip davacıyı, kendi somut durumuna özgü vakıalarla oluştuğu iddia olunan zararı ispat yükümlülüğünden kurtarmayacağı gibi davacıya bu yönde herhangi bir ispat kolaylığı da sağlamaz.” düşüncesi benimsenerek, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında yer alan değerlendirmelerin aksi yönünde bir tutum sergilenmiştir.

Yargıtay’ ın görüşüne eleştirel olmak üzere konuya bir örnekle yaklaşmak isteriz:

25.10.2011 tarihinden 25.05.2022 tarihinde kadar 75.000-TL ana para için işletilebilecek temerrüt faizi miktarı 105.000-TL olmaktadır. Ancak aynı 75.000-TL’ nin diğer yatırım araçlarıyla değerlendirilmesi halinde 25.05.2022 tarihindeki karşılıkları;

USD olarak değerlendirilseydi TL karşılığı    : 830.446-TL

Euro olarak değerlendirilseydi TL karşılığı    : 642.822-TL

Altın olarak değerlendirilseydi TL karşılığı     : 744.106-TL

Devlet Tahvili olarak değerlendirilseydi        : 170.194-TL,

olacak idi. Aynı paranın iki tarih arasındaki dönemde asgari ücret, memur maaşı, ÜFE ve TÜFE oranlarında meydana gelen artışlar ile aynı oranda arttığı varsayımındaki karşılıkları ise: 

Asgari Ücret   : 445.756-TL

Memur Maaşı : 312.462-TL

ÜFE                : 343.325-TL

TÜFE              : 548.695-TL,

olacaktır. Bütün bu USD, EURO, altın, devlet tahvili gibi yatırım araçlarının muhtemel getirileri ile asgari ücret, memur maaşı, ÜFE ve TÜFE oranlarındaki artışlarla aynı orandaki muhtemel getirilerin ortalaması 504.725-TL olmaktadır. Bu bakımdan Ekim 2011 yılında 75.000-TL tutarında alacağını tahsil edemeyen alacaklının borçludan alabileceği temerrüt faizi miktarı 105.000-TL olmakta ve eline geçecek toplam para 180.000-TL (ana para + temerrüt faizi) iken, 75.000-TL tutarındaki parasını zamanında tahsil etmiş olsaydı, diğer yatırım araçları ile değerlendirmesiyle elindeki para ortalama 504.725-TL olacak idi. Böylelikle alacağını zamanında tahsil edemeyen alacaklının, alacağını temerrüt faiziyle birlikte tahsil ettiği tarihte ortalama 324.725-TL tutarında munzam zararı oluşmuş olmaktadır. Bunun karşısında borcunu zamanında ödemeyen borçlu ise ödemediği borcunun dört katından fazla miktarda haksız yere zenginleşmektedir. Ülkemizdeki ekonomik gelişmelerin sıklıkla bu durumun yaşanmasına sebebiyet verdiği bilinmektedir. Bu durum borçluları borçlarını ödememeye teşvik etmekte, hukukun bütün imkanlarını kullanarak ve yargı mekanizmasının da yavaş ilerlemesinden istifade ederek borcun ödenmesi geciktirilmeye çalışılmaktadır. Bunun önüne geçmek için ülkemizdeki ekonomik gerçeklikler fiili bir karine olarak kabul edilerek, munzam zarar taleplerinde ayrıca somut ispat aranmamalıdır.        

SONUÇ OLARAK; Yukarıda açıkladığımız üzere munzam zarar davalarındaki ispat sorunu, Yargıtay Daireleri ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararlarında sıklıkla ele alınarak tartışılmıştır. Değişik dönemlerde verilmiş bir kısım Yargıtay Daireleri ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararlarında, ekonomik koşullardaki değişimlerin munzam zararın ispatı için yeterli olduğu ve başka bir ispata ihtiyaç bulunmadığı kabulü yer alırken, bazılarında ise alacaklının somut ispat yükümlülüğü altında olduğu belirtilerek alacaklıya ek ispat külfeti yüklenmiştir. Bundan dolayı da bir kısım alacaklılar enflasyon ve ekonomik koşullardaki değişikliklerden dolayı munzam zararını tazmin ettirebilmiş iken, bir kısım alacaklılar ise bundan mahrum bırakılmıştır. Özellikle Anayasa Mahkemesi’ nin ihlal kararından sonra yargısal içtihat birlikteliğinin sağlanması ve herkesçe bilinen enflasyon ve ekonomik gerçekliklerden dolayı alacaklıya ayrıca somut ispat külfetinin yüklenmemesi beklenirken, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2022 yılında vermiş olduğu kararıyla eski uygulamasını devam ettirme yolunu seçmiştir. Böylelikle enflasyon, paranın satın alma gücünü yitirmesi, döviz kurlarındaki olağandışı artışlardan dolayı temerrüt faiziyle karşılanmayan munzam zarara uğradığını talep eden ve somut ispat külfetini yerine getiremeyen her alacaklının davası reddedilecek ve sonrasında ilgililer tarafından Anayasa Mahkemesinde bireysel başvuru yoluna başvurulabilecektir.

                                                                                                                    Av. Muaz Salih YILDIRIM & Av. Gözde BAŞ

 

1-ERDOĞAN, İhsan: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Gazi Kitabevi, 4. Baskı, Ankara 2019, s.240, YAVUZ, Nihat: Borçlar Hukuku, Adalet Yayınevi, Ankara 2018, s.418, Y. 15. HD., E. 2018/3499, K. 2018/4739, T. 28.11.2018, (www.yargitay.gov.tr, ET: 01.02.2020), Y. 15. HD., E. 2014/6172, K. 2015/3745, T.29.06.2015 (www.yargitay.gov.tr, ET: 01.02.2020). 

2-OĞUZMAN, M. Kemal/ÖZ, Turgut: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.I, 14. Bası, Vedat Kitapçılık, İstanbul 2016, s.386. 

3- Aksi yönde karar için bakınız. Y. HGK, E. 2007/11-668, K. 2007/798, T.31.10.2007. (www.yargitay.gov.tr, ET:02.01.2020). “Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan “muhtemel kâr” ya da “farz edilen gelir” değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır” 

4- KILIÇOĞLU, s.894. Yazara göre, aşkın zararın hukukî niteliği her somut olayın özelliğine göre belirlenmelidir. Müspet zarar da olabilir menfi zararda olabilir. 

5- Y. 11. HD, E. 2018/1512, K. 2019/3201, T. 29.04.2019 (www.yargitay.gov.tr, ET. 15.03.2020). “Munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır. O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (TBK md. 122), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı, temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur”. 

6- ALTAŞ, Hüseyin: “Munzam Zararda İspat Sorunu”, AÜHFD, 50(1), 2001, s.121, ÖÇAL, Akar: “Munzam Zarar”, Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dergisi, Ocak 1967, 3(1), s.148, Y. 15. HD., E. 2014/6172, K. 2015/3745, T. 29.06.2015 (www.yargitay.gov.tr, ET: 01.02.2020). 

İMAR PLANLARI, PLAN DEĞİŞİKLİKLERİ VE PLAN REVİZYONLARINA KARŞI DAVA AÇMA SÜRESİ

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı menfaati ihlal olunanların başvuracağı yargı yolu idari yargı yoludur. İdari yargı yolunda dava açma süresi kamu düzenine ilişkin olduğundan dolayı bu durum yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürebileceği gibi mahkeme de re’sen bu durumu inceler. Dava açma süresi geçmişse dava süre aşımından dolayı reddedilir. Bundan dolayı imar planlarından dolayı menfaati ihlal edilmiş olduğu iddiasında bulunan kişiler bu süreye azami dikkat etmeleri gerekir. Konunun boyutlarının anlaşılması için iç hukuktaki ve uluslararası hukuk boyutunun ayrı ayrı incelenmesinde fayda vardır.

İç Hukuk’ta Düzenlenmiş Şekli:

  1. İmar Planlarına İlişkin Dava Açma Süreleri:

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı idari yargıda açılacak davanın hangi süre içerisinde açılacağına dair İmar Kanunu’nda bir düzenleme bulunmamaktadır. Özel bir kanun mahiyetinde olan İmar Kanunu’nda dava açma süresi düzenlenmediğinden dolayı İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davalar İdari Yargılama Usul Kanunu’nda ki genel dava açma süresine tabi olacaktır.

  1. İdari Yargı’da Genel Dava Açma Süreleri:

İdari Yargılaması Usul Kanunu madde 7/1 de genel dava açma süresi Danıştay ve İdare mahkemelerin de 60 gün Vergi mahkemelerinde 30 gün olarak düzenlenmiştir. Kısaca İYUK olarak bilinen bu kanunda düzenlenmiş olunan dava açma süresinin başlangıç tarihi de şüphesiz gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalardan biridir. İYUK’un dava açma süresi kenar başlıklı 7/2. maddesine göre idari uyuşmazlıklarda yazılı bildirimin yapıldığı günü izleyen günden itibaren başlar. Burada da yazılı tebligatın yapıldığı gün hesaba alınmaz. Dava açma süresinin başlayabilmesi için idari uyuşmazlığa ilişkin tebligatın usulüne uygun olarak yapılmış olması gerekir. Bu tebligat İYUK’un Tebliğ işleri ve ücretler kenar başlıklı 60. Maddesine göre tebligat kanunu hükümlerine göre yapılması gerekir. İYUK’un İdari davaların açılması kenar başlıklı 3/2.c maddesinde; Davaya konu olan idari işlemin yazılı bildirim tarihinin de dilekçeye yazılmasını kanun koyucu zorunlu hale getirmiş olması tebligatının önemine de işaret mahiyetindedir. Bu tarihinin yazılmamış olması dilekçenin reddi sebebi olduğunu hatırlatmakta fayda var.

İYUK’un dava açma süresi kenar başlıklı 7/4 maddesine göre; “İlanı gereken düzenleyici işlemlerde dava süresi, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlar. Ancak bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililer, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilirler. Düzenleyici işlemin iptal edilmemiş olması bu düzenlemeye dayalı işlemin iptaline engel olmaz.” şeklindedir.

Metinde de anlaşılacağı üzere ilanı gerektiren genel ve düzenleyici işlemler de dava açma süresi ilanın son gününden sonra 60 günün geçmesi ile dava açma süresi bitmiş olacaktır. Bu tarihten sonra açılacak dava süre aşımından dolayı reddedilecektir.

  1. Genel Kuralın Bir İstisnası:

Kanun koyucu ilanı gerektiren genel ve düzenleyici işlemlerin tebliğ usulüne uygun genel kuralı koyduktan sonra fıkranın son kısmına bir istisna koymuştur. Genel ve düzenleyici işlemlerin uygulanması üzerine menfaati ihlal olunmuş kişiler düzenleyici işlem veya uygulanan işlem veya her ikisi aleyhine iptal davası açabilirler. Düzenleyici işlemin daha önce iptal edilmemiş olması bu düzenlemeye dayalı işlemin iptaline engel olmaz.

3194 sayılı yasanın  “Planların hazırlanması ve yürürlüğe konulması” kenar başlıklı 8/b maddesinde;

“b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. (Ek cümle:14/2/2020-7221/6 md.) Planlar, plan değişiklikleri ve plan revizyonları; kayıt altına alınmak ve arşivlenmek üzere Bakanlıkça oluşturulan elektronik ortama yüklenmek ve aynı sistem üzerinden Plan İşlem Numarası almak zorundadır. Planlar, belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. (Yeniden düzenleme dördüncü cümle: 12/7/20136495/73 md.) Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar” denilerek imar planları, plan değişiklikleri ve plan revizyonları belediye meclisince onandıktan sonra belediyenin belirlediği ilan yerlerinde ve ilgili idarenin internet sayfalarında yayınlanır. Söz konusu düzenlemeye göre imar palanına ilişkin dava ilan tarihinden itibaren bir aylık süre geçtikten sonra 60 gün içinde dava açılması gerekir. Bu süre geçtikten sonra açılacak davalar süre aşımından dolayı reddedilecektir.

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı dava açma süresini kaçırmış olunan menfaati ihlal olunmuş kişiler;  İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına dayalı olarak idarece bir uygulama işleminin yapıldığı gördüğü veya öğrendiği tarihten itibaren 60 gün içerisinde uygulama işlemine ve bu işlemin dayanağı olan düzenleyici işleme karşı ayrı ayrı veya birlikte dava açabilirler. Derece mahkemeleri bu durumu çoğu zaman gözden kaçırıyor olsa da gerek Danıştay ve gerekse de Anayasa mahkemesi IYUK madde 7/4’ün son iki cümlesini adil yargılama ilkesinin bir unsuru olan mahkemeye erişim hakkı kapsamında yorumlayarak bireyin mülkiyet hakkının korunmasına vesile olmaktadır. 

  1. Anayasa ve Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında İstisnanın uygulanması:

Anayasa Mahkemesinin 11/4/2012 tarihli ve E.2011/18, K.2012/53 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“… Kanun’un tespit ve tescil başlıklı 7. maddesinde korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının ve doğal sit alanlarının tespitinin Kültür ve Turizm Bakanlığının koordinatörlüğünde yapılacağı ve bu tespitlerin koruma bölge kurulu kararı ile tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak bu tespit ve tescilin maliklere tebliği öngörülmemiştir. Maddenin ilk halinde maliklere tebliğ de öngörülmüşken 17/6/1987 tarih ve 3386 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle tebliğ zorunluluğu ortadan kaldırılmıştır.

Kanun, Koruma Yüksek Kurulunun ilke kararlarının Resmî Gazetede yayımlanmasını zorunlu tutmakla birlikte koruma bölge kurulları kararları için böyle bir yayım zorunluluğu öngörmemiştir. Alınan kararların ilgili herkesin bilgisine sunulmaması nedeniyle ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik açısından sorunlar çıkması kaçınılmazdır. Hem tescil kararının tebliğ edilmemesi hem de koruma bölge kurulu kararlarının ilgililere duyurulmasını güvence altına alacak bir yasal hükmün bulunmaması karşısında itiraz konusu kurallarda belirtilen cezai yaptırımların bireyler açısından öngörülebilir olmadığı ve suçların kanuniliği ilkesine uymadığı açıktır…”

Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

 “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”

Anayasa Mahkemesinin Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023) kararında ayrıntılı bir şekilde dile getirmiş olduğu gibi Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Diğer yandan Anayasa’nın 36. maddesine adil yargılanma ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Sözleşme’yi yorumlayan AİHM, Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirtmektedir (AYM, Özbakım Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156, 20/4/2017, § 34).

Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz (AYM, Mohammed Aynosah, B. No: 2013/8896, 23/2/2016, § 33).

 Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde mahkemeye erişim hakkının bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına geldiğini ifade etmiştir. (AYM, Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).

 Somut olayda başvurucu tarafından açılan davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Davanın süre aşımı yönünden reddedilmesi nedeniyle uyuşmazlığın esasının incelenememesinin mahkemeye erişim hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. (AYM, Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023, &38)

Anayasa’nın 13. maddesinin ilgili kısmından anlaşılacağı üzere;

“Temel hak ve hürriyetler, … yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, … ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka anlatımla mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini ifade etmiştir ((AYM, Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).

Bu nedenle mahkemelerin usul kurallarını uygularken yargılamanın hakkaniyetine zarar getirecek ölçüde katı şekilcilikten kaçınmaları gerektiği gibi kanunla öngörülmüş usul şartlarının ortadan kalkmasına neden olacak ölçüde aşırı esneklikten de kaçınmaları gerekir (AYM, Kamil Koç, B. No: 2012/660, 7/11/2013, § 65). Bu kapsamda mevzuatta öngörülen dava açma süresine ilişkin kuralların hukuka açıkça aykırı olarak yanlış uygulanması veya bu sürelerin hatalı hesaplanması nedenleriyle kişilerin dava açma ya da kanun yollarına başvuru haklarını kullanmasına engel olunması mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir (AYM, Özbakım Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156, 20/4/2017, § 34).

Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmuştur. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması şartıyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut şartların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

 Ölçülülük ilkesi, öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Öngörülen tedbirin kişiyi olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilemez (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2015/101, 12/11/2015; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38). Müdahalenin ölçülülüğü değerlendirilirken ilgili yasal düzenlemelerle birlikte somut olayın koşulları ve başvurucunun tutumu da gözönünde bulundurulmalıdır (Ahmet Ersoy ve diğerleri, B. No: 2014/4212, 5/4/2017, § 50).

 Bu bağlamda dava açma süresinin işlemeye başladığı an da mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü bağlamında büyük önem taşımaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 66).

 Dava açma süresinin hangi tarihte başlayacağını belirlemek ve mevzuatı bu yönüyle yorumlamak görevi şüphesiz derece mahkemelerine aittir. Derece mahkemesi bu görevi yerine getirirken vatandaşın  mahkemeye erişim hakkına etkisine dikkat etmelidir.  Dava açma süresinin henüz dava hakkının doğmadığı ya da hak sahibinin dava hakkının doğduğundan haberdar olmadığı ve somut şartlar çerçevesinde haberdar olduğunun kabulünü haklı kılan nedenlerin bulunmadığı bir dönemde işlemeye başlaması dava hakkının varlığını anlamsız kılabileceğinden ölçülülük ilkesini zedeleyebilir (AYM, Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023, &38)

  1. Danıştay Kararları Işığında İstisnanın Uygulanması:

Danıştay ise 2863 sayılı Kanun kapsamında ilan edilen tescil kararları ile ilgili başvurunun idarece reddedilmiş olması hâlinde 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca idareye tekrar başvurulmasına ve başvurunun reddi hâlinde ret işlemine karşı dava açılmasına bir engel olmadığını belirtmiştir. Danıştay içtihadına göre her yeni başvuru üzerine idarece tesis edilecek işlem için 2577 sayılı Kanun’un 7. maddesinde öngörülen altmış günlük süre içinde dava açılması mümkündür (bkz. § 21, 22 ve 23; Danıştay Ondördüncü Dairesinin 6/11/2012 tarihli ve E.2011/15162, K.2012/7461; 17/4/2014 tarihli ve E.2012/7043, K.2014/4817; 24/5/2015 tarihli ve E.2013/1036, K.2015/1328 sayılı kararları).

Kaldı ki imar planına karşı açılacak iptal davasının süresi kaçırılmış olsa dahi, o imar planı dayanak alınmak suretiyle bir uygulama işlemi tesis edildiği vakit, geçmiş olan dava açma süresinin yeniden canlanması mümkündür. Uygulama işleminin geçmiş olan dava açma süresini ihya edebilecek nitelikte olabilmesi için uygulama işlemine karşı açılan davanın, yasal süresi içerisinde açılmış olması gerekmektedir.

Danıştay Ondördüncü Dairesinin 6/11/2012 tarihli ve E.2011/15162, K.2012/7461 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“..Anayasal güvence altındaki temel hak ve özgürlüklerden olan mülkiyet hakkının kullanılabilmesi için, ilgililerin, gerekli işlemin yapılmasını idareden her zaman isteyebilecekleri açıktır. Bu durum mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliğinden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 10.04.2003 günlü, E:2002/112, K:2003/33 sayılı ve 17.03.2011 günlü, E: 2009/58, 2011/52 sayılı kararlarında da bahsedildiği üzere, hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. Mülkiyet hakkının bu niteliğinden dolayı, bu hakkı ilgilendiren konularda gerekli işlemin yapılması isteminin idarece reddedilmiş olması halinde, aynı konuda 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca idareye tekrar başvurulmasına ve başvurunun reddi halinde ret işlemine karşı dava açılmasına bir engel bulunmamaktadır. Her yeni başvuru üzerine idarece tesis edilecek işlem için 2577 sayılı Yasanın 7. maddesinde öngörülen 60 günlük süre içinde dava açılması mümkündür.

Bu durumda; davacının mülkiyet hakkını ilgilendiren bir konuda işlem yapılması istemiyle 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca yaptığı en son başvurusunun reddi üzerine süresinde dava açıldığı dikkate alındığında, daha önceden aynı konuda yaptığı başvuru tarihinde işlemden haberdar olduğu gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

Danıştay Ondördüncü Dairesinin 24/5/2015 tarihli ve E.2013/11036, K.2015/1328 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“… Her ne kadar, Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmeliğin 8/1. maddesinde yer alan; taşınmazların sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin olarak alınmış kurul kararlarının ilan tahtalarına asılmak, belediye hoparlörüyle duyurulmak, köy muhtarlığına bildirmek ve internet sitesinden yayımlanmak suretiyle ilan edileceğine ilişkin hüküm uyarınca, taşınmazların birinci derece doğal sit alanı kapsamına alınmasına ilişkin Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 25/01/2012 günlü, 395 sayılı kararı, 07-14-21/02/2012 tarihinde belediye ses yayın cihazı ve kaymakamlık ilan tahtasında asılarak tebliğ edilmiş sayılmış ise de; dava konusu kararın, belirli taşınmazların birinci derece doğal sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin bulunması nedeniyle, taşınmaz sahipleri için subjektif ve kişisel işlem olması, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda bu işlemlerin ilan edileceğine ilişkin olarak bir düzenlemenin bulunmaması, sadece Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmelikte düzenlemeye yer verilmesi ve Anayasanın idarenin işlemlerinden dolayı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağı hükmü karşısında, ilan tarihinin dava açma süresine başlangıç tarihi kabul etmeye olanak bulunmamaktadır.

Bu durumda; dava konusu işlemin, bireysel olarak davacıya tebliğ edildiğine ya da dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihinden önce, davacı tarafından işlemden haberdar olunduğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve belgenin bulunmaması karşısında, dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihine göre süresinde açılan davanın esasının incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

Danıştay Altıncı Dairesi’nin 2007/3824 E., 2009/3133 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

”Dosyanın incelenmesinden, dava konusu imar planının 15.05.2006-15.06.2006   tarihleri arasında ilan edildiği, askı süresi içinde davacı tarafından plana itiraz edilmediği, uyuşmazlık konusu taşınmazda inşai faaliyette bulunulması üzerine, imar planında ilköğretim okulu alanında kalan taşınmaza ilişkin imar planı değişikliğinin uygulanmasına dair inşai faaliyeti 17.10.2006 günü öğrenen davacı tarafından 20.10.2006 tarihinde bakılan bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, uyuşmazlık konusu planın uygulama işlemi niteliğinde olan inşai faaliyete başlama işleminin öğrenilmesi üzerine süresinde dava açıldığından, İdare Mahkemesince işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerekirken  davanın süre yönünden reddine karar verilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Çorum İdare Mahkemesince verilen 11.01.2007 günlü, E:2006/2033, K:2007/29 sayılı kararının BOZULMASINA,  dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 27.03.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.”

Danıştay 6. Dairesi 11.03.2002 tarihli ve 2001/767 E., 2002/1396 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“Dosyanın incelenmesinden, 2577 sayılı Yasanın 10.maddesi kapsamında idari davaya konu olabilecek bir işlem tesisi için 1/5000 ölçekli nazım imar planı değişikliği istemiyle davalı idareye 20.1.2000 tarihinde başvuruda bulunulduğu, cevap verilmemesi üzerine dava açma süresi içinde zımni ret işleminin iptali istemiyle bu davanın açıldığı, her ne kadar 1992 yılında da plan değişikliği istenilmişse de, son başvurunun, 2577 sayılı Yasanın 10. maddesi kapsamında bir idari işlem tesisi için yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, idare mahkemesince, davacının 20.1.2000 tarihli başvurusunun 1992 yılındaki başvurusuyla aynı nitelikte kabul edilerek, taşınmazın imar planında yeşil alandan çıkarılarak yapılanmaya açılması yolundaki başvuruya cevap verilmeksizin oluşan ret işlemine karşı açılan davanın süre aşımı nedeniyle reddinde isabet görülmemiştir…”

  1. Uluslararası Hukuk
  2. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar… konusunda karar verecek olan, … bir mahkeme tarafından… görülmesini isteme hakkına sahiptir…”

  1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı

 Sözleşme’de açıkça yer almasa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96, 19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229). AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır (Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).

 Bununla birlikte AİHM; dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesini, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereği olarak kabul etmekte ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmayacağını belirtmektedir (Perez de Rada Cavanilles/İspanya, B. No: 28090/95, 28/10/1998, § 45). Ne var ki öngörülen süre şartlarının hukuka açıkça aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişilerin dava açma ya da kanun yollarına başvuru hakkını kullanamamaları söz konusu olduğunda mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğinin kabul edilmesi gerektiği değerlendirilmektedir (Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, § 35).

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davanın hangi sürelerde açılması gerektiğini iç hukuk, uluslararası hukuk, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yerleşik kararları doğrultusunda yaptığımız izahlardan çıkarılması gereken sonuç İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davanın dava açma süresinin tebliğ ve ilanın son gününden sonra ki 60 gün olduğunu, istisna olarak ta  İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına dayalı uygulama işlemlerinin yapılması halinde uygulama işlemi ve dayanağı olan düzenleyici işleme karşı birlikte veya ayrı ayrı 60 günlük süre içerisinde iptal davalarının açılabileceğidir.

                                                                                                                                                   Av. Emrullah BEYTAR

7499 SAYILI KANUNUN KARŞILAŞTIRMA CETVELİ

Kamuoyunda 8. Yargı Paketi olarak bilinen 7499 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, TBMM Genel Kurulu’nda 02.03.2024 tarihinde kabul edilerek Onay İçin Cumhurbaşkanlığı’na gönderilmiştir. Anılan kanun ile 17 farklı kanunun 78 maddesinde değişiklik yapılmaktadır. Kanun ile getirilen düzenlemelere ilişkin karşılaştırma cetveline linkten ulaşabilirsiniz.

Detay için lütfen linki tıklayınız.

https://lnkd.in/dsVW2sAt