Hukuk & Danışmanlık Hizmetleri
Yerel ve uluslararası alanda bilgili ve
tecrübeli ekibimizle hizmet sunmaktayız.

Hukuki Yazılar

Ana sayfa Hukuki Yazılar

KADININ EŞİNİN SOYİSMİNİ ALMA ZORUNLULUĞU KALKTIKTAN SONRA AİLE İSMİ SORUNU

 

İsim, kişiyi toplumdaki diğer kişilerden ayıran, insanın karakteriyle ve hayatıyla bütünleşen bir unsurdur. Soy isim ise, diğer bir adıyla aile ismi, kişiyi mensup bir gruba ait hissettiren, diğer mensup gruplardan ayıran bir unsurdur. Bu sebeple, soy isim dediğimiz aile ismi toplum içerisinde önem arz etmektedir. Soy ismin insanlık için öneminin derinine baktığımız zaman aslında toplumda var olduğumuz zamandandır süregelen aidiyet hissiyatı bizi hep bir gruba mensup olma isteğine itmiştir. Aidiyet isteği sebebiyle yaşadığımız gruba bir aile adı koymuş ve kendimizi aile gruba ait hissetmişizdir. Bu aidiyet hissiyatı neticesinde mensup olduğumuz grup belirgin olsun diye Soyadı Kanununu farklı ülkelerde farklı tarihlerde çıkarmışızdır; ancak çıkan bu soyadı kanundaki pürüz olan erkeğin soy ismini alma zorunluluğu birtakım ayrımcılık düşüncesini doğurmuş ve toplumda özellikle kadınlar açısından “eşitlik ilkesi” adı altında haklarını aramaya başlatmış ve bunun neticesinde güzel sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Alınan güzel sonuçlardan bir örneği olan ülkemizde 28.04.2023 tarihinde Resmî Gazete ’de yayınlanan 22.02.2023 tarihli 2022/155 E. numaralı Anayasa Mahkemesi kararında TMK 187. maddenin birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmesi kararıdır.

Verilen karar sonucunda kadının artık eşinin soy ismini kullanma zorunluluğu ortadan kalktığına göre bu durumun aile ismine ne olacağı, nasıl kararlar verileceği sorularını akıllara getirecektir. Bu sorunu diğer ülkelerin medeni kanunları ile kıyaslayarak çözümlemek elbette mümkündür. Şöyle ki;

Fransa Medeni Kanunu’na göz atmadan önce Fransızca ’da soy isim demek olan Patronyme kelimesinin kökeni nerden gelmektedir kısa değinmek gerekir. Kökeni Yunanca olan  Patronyme kelimesinin anlamı (Pater baba, onuma ise ad),  babanın adı olarak Fransızca diline geçmiştir. Peki Patronyme kelimesinin kökenine göz attıktan sonra asıl konumuz olan Fransız hukukunda aile soy ismi nasıl belirlenir ona bir bakalım.

Öncelikle, Fransız Medeni Kanun’da eşin diğer eşin soy ismini kullanma zorunluluk hükmü bulunmamaktadır; ancak kanun koyucu eşlere kendi soy isimlerini kullanmaları üzerine bir seçimlilik hak tanımıştır. Bu bahsi geçen seçimlilik hakta, anne ya da baba kendi soy isimleri olarak aile soy isimlerini kullanabilir ya da anne ile baba birlikte soy isimlerini kullanabilirler. Örneğin; annenin soy ismi Kaya, babanın soy ismi Arslan olursa aile ismi eşlerin ortak kararıyla ya Kaya ya da Arslan olabilir ya da Kaya-Arslan olarak aile ismini kararlaştırabilirler. Verilen örneği kendi hukukumuzda uyguladığımızda isim-isim kültürüne alışkın olmadığımız için kimsenin çok fazla tercih edeceği bir seçenek olduğu söylenemez. Çünkü Türk toplumu aile isminde tek bir isme alışmaları sebebiyle pek de adapte olunabilecek bir kural olduğunu söylenemez; lakin eşlerin kendi soylarını devam ettirmek istemeleri sebebiyle soy isimlerinden vazgeçmek istememeleri gayet doğal bir istek olup bu nedenle soy ismin kadın-erkek fark etmeksizin bir tarafın vazgeçmek zorunda kalması bizim savunduğumuz konu olan zorunluluk konusu ile çelişmekte olup doğru bir yöntem olacağı söylenemez. Bu nedenle Fransız Medeni
Kanunu’nun aile ismi ile ilgili düzenlemede bize en uygun olanı en adil şekilde faaliyete geçirmek en doğru karar olacaktır.

Fransız Medeni Kanun’u üzerinde biraz değinip kafa yorduktan sonra diğer bir örnek teşkil edecek olan Alman Hukuku’na baktığımızda ise Almanya’nın, aile birliğine ve bütünlüğüne önem verdiğini bu nedenle de “aile adında birlik ilkesini” benimsedikleri Medeni Kanunu’nda açıkça görmekteyiz. Bu bahsi geçen ‘aile birliği ilkesine’ göre eşlerin soy isimlerini taşıma hususunda genelde bu ilkeye göre hareket etselerde bu ilkenin bir zorunluluk olmadığını kanun koyucu belirtmiştir. Bu ilkeye göre, eşler kanun tarafından kendilerine tanınan seçim haklarından biri olan önce “ortak aile adı” seçme ilkesi geçerlidir; eğer ki eşler ortak bir soy isim seçmezlerse hangi eşin soy ismini seçecekleri üzerine karar verilmesi istenir. Eşler ortak aile ismi kullanmak isterlerse nüfus idaresine giderek beyan verirler. Beyan verilmez ise eşler evlenmelerine rağmen kendi soy isimlerini korumaya devam ederler. BGB olan Alman Medeni Kanunu’nda soy isim “eşlere sunulan ilk seçenek olan, eşlerden birinin doğum yoluyla kazandığı soyadı aile soyadı olarak belirlemeleri, bunun neticesinde de diğer eşin kendi soy ismini kaybetmesiyle” sonuç bulur. Ancak soyadını kaybetmesi eşe dayatılan bir zorunluluk değil aksine özgür irade ile tercih edilmiş olan seçimin sonucudur. Bunun dışında kadın ve erkeğin soy isimlerinin birleştirilmesi ile yeni bir aile adı oluşturulamaz. Aile adı seçilmesinden sonra eşlerin kendi soy isimlerine dönmelerine izin vermeyen kanun koyucu, aile adında birlik ilkesine verdiği önem gereğince kendi soyadını koruma kararı alan eşlerin, her zaman bu kararından dönerek ortak aile adı belirlemeleri mümkün kılınmıştır. Alman Medeni Kanunu’nda göze çarpan özellik Aile ismi birliği ilkesinin Türk hukukundaki birlik ilkesi ile benzerlik göstermektedir. Arasındaki farklılık ise bizim rahatsız olduğumuz konu olan kadın eşin evlendikten sonra kendi soy isminden vazgeçme zorunluluğu bulunmasıdır. Alman Medeni Kanunu’nda bu ilke eşlere bir zorunluluk olarak dayatılmamış ve seçilecek soy isimde eşlere eşit hak tanınmıştır.

Diğer bir ülkede yürürlükte olan İsviçre Hukuku’nda aile soy isminin işleyişinde ise; eşlerin kanunen müşterek bir soyadı vardır. Eşlerin katılımı olmadan, kocanın doğumunda aldığı soyad aile soyadı olur. Eşler, başvurmaları halinde kadının soyadı ortak soyadı olur. İsviçre Medeni Kanunu’nda müşterek bir aile ismi seçme zorunluluğu bulunması bizim Türk Medeni Kanunu ile benzerlik gösterse de kadın eşin soy isminden vazgeçmesi bizi İsviçre Medeni Kanunu’ndan ayıran unsurdur.  

Belçika’da ise durum biraz dikkat çekicidir. Belçika’da kanunen eşlerin ortak bir soyadı yoktur. Her eş, evlilik sırasında kullandığı soyadı kullanmaya devam eder.

Yukarıda bahsi geçen ülkelerdeki farklı aile soy ismi düzenlemelerine göz attıktan sora Türk hukuk sisteminde aile soy isminin nasıl belirleneceği hususunda birtakım fikirler üretilebilir.

Türk hukuk sisteminde soy isim verilirken “birlik ilkesi” benimsenmiştir. Bu nedenle de TMK madde 187’ de evlenmenin eşlerin soyadları üzerinde etkisi aile adında birlik ilkesi esasına göre düzenlemiştir; ancak bahsi geçen kanun maddesinde kanun koyucu aile adının düzenlenmesinde eşlere seçim hakkı vermemiştir. Aile adının belirlenmesinde erkeğin soyadı esasına dayalı bir aile adı öngörmüştür. Bu kanun maddesine göre kadın, eşinin soyadını reddedemez; ancak kadına sınırlı bir seçimlilik hakkı tanıyan, eşinin soy adının önüne kendi soyadını kullanma hakkı vermiştir; ancak kadının kullanacağı ikili soy ismi aile adı olarak geçmediği için bu hak hiçbir anlam ifade etmemektedir. Medeni Kanun’unun 187. maddesini Anayasa’nın maddeleri üzerinden değerlendirildiğinde Anayasa’ya aykırı olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Şöyle ki; Anayasa’nın 10.maddesinde yer alan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükmünde herkesin cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin eşit olduğu ibaresine karşın TMK madde 187’ de “Kadın, evlenmekle kocasının soyadını alır” ibaresi aslında dolaylı yolla aile soyunu kadının değil erkeğin devam ettireceği kararı olması ve cinsiyet ayrımı olması nedeniyle aykırıdır. Biyolojik olarak değerlendirildiğinde, soy anne ve babanın ortak geni ile devam eder bu soy devam etme durumunu tek bir cinsiyete yüklemek diğer cinsiyeti yok saymak anlamına gelir ve anayasanın eşitlik ilkesine aykırı bir durumu ortaya çıkarır.

Aile adı hakkında düzenlenen kanunları diğer bir eşitlik ilkesi üzerinden değerlendirdiğimizde Anayasa’nın 41.maddesinde “” aile Türk toplumunun temeli ve eşler arasında eşitlik ilkesine dayanır.” kanun hükmü aslında aile ismi seçerken bu hakkı, eşlere eşit haklara sahip olmalarından ötürü, soy isminin bir hak olması sebebiyle, bu hakkın eşlere eşit tanındığını, erkek eşin kadın eşten üstün olmadığını, eşit haklara sahip olduklarını örtülü bir şekilde  aile isminin eşitlik ilkesi adı altında adil belirlenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Ancak TMK madde 187’ deki hükümde yer alan hükümde eşin soy isminden vazgeçmesi zorunluluğu kadın ve erkek eş arasında bir eşitliğin olmadığı açıkça göstermektedir. Bu durum Anayasa’ya aykırı bir durumu ortaya çıkartır.

TMK madde 187. Maddesini anayasanın diğer bir maddesi olan 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” hükmünü soy isim üzerinden değerlendirdiğimizde, isim, kişi ile bütünleşmiş ve hayatının her çerçevesinde yer alan bir öğedir. Bu nedenledir ki soy isim, kişi için manevi varlığını bağlamında koruması gerektiği bir hak ve bu hakkın kişiyi sıkı sıkıya bağlayan bir hak olması neticesiyle TMK madde 187, anayasanın 17. maddesi bağlamında değerlendirildiğinde hak ihlaline yol açan bir hüküm mü olduğu sorusunu beraberinde getirir.

Tüm bu TMK madde 187‘yi Anayasa üzerinden değerlendirdiğimizde bahsi geçen kanun maddesi Anayasa’ya aykırı ve değiştirilmesi gerektiği görülmektedir.

 İç hukuk içinde Türk Hukuku’ndaki Anayasa ve Medeni Kanun hükmünün çeliştiğinin değerlendirilmesi yapıldıktan sonra Türkiye’nin iç hukuk dışında ayrıca uluslararası hukukta da çelişkiler yaşadığı açık olduğunu belirtmemiz gerekir. Yaşanılan çelişkilere örnek vermek gerekirse;

  • Birleşmiş Milletler Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesinin 23. Maddesinin 4.fıkrasında taraf devletlerin, eşler evlenirken evlilik süresince eşit hak ve sorumluluklara sahip olmalarını sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alacağı hükmü,
  • Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 8. Maddesinde aile hayatına saygı gösterilmesine gerektiği hükmü,
  • CEDAW (Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Bildirgesi Sözleşmesi) madde 16/1-g “Aile adı, meslek ve iş seçimi dahil her iki eş için, eşit kişisel haklar tanınması hükmü,
  • Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin medeni hukukta eşlerin eşitliğine dair 27 Ekim 1978 tarihli, (78) 37 No’lu kararı ve cinsiyet ayrımcılığına karşı hukuksal korumaya dair 5 Şubat 1985 tarihli, R (85) 2 no’lu tavsiye kararında bazı ülkelerin mevzuat ve uygulamalarında halen cinsiyet eşitsizliğinin yer aldığına dikkat çekmiş ve bu ülkeleri soyadı seçimi ve ebeveynlerin isimlerinin çocuklarına geçmesi konularındaki tüm bu tür ayrımcılıkları ortadan kaldırma hükmü, taraf olduğumuz devlet olarak yerine getirmemiz gereken; ancak bir türlü tam faaliyet gösteremediğimiz hükümlerdir.

Türkiye’nin yukarıda emsal olarak verdiğimiz anlaşmalarda görülüyor ki Türkiye’nin iç hukukun yanında uluslararası ilişkilerde de çelişkiler yaşamaktadır. Anayasa’nın 90. Maddesinde yer alan “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”  hükmü  Milletlerarası Antlaşmaların Anayasa’dan hiyerarşik olarak üstün olduğunu ve bu antlaşmaların uygulanması gerektiği anlaşılır. Neyse ki; yakın zamanda çıkan Resmî Gazete’ de 28.04.2023 tarihinde yayınlanan 22.02.2023 tarihli 2022/155 E. numaralı Anayasa Mahkemesi kararı ile artık kadın eşin soy ismini alma zorunluluğu ortadan kalkmıştır; ancak kararın aile ismi ile ilgili bir kararı bulunmaması kafalarda karışıklığa sebep olmuştur. Kafa karışıklığını yukarıda saydığımız ülkelerde örnek niteliğinde kanun maddelerinden yola çıkarak bize en uygun olanı Anayasa’ya yani eşitlik ilkesine aykırı olmadan uygulayarak bu sorunu halletmek kaçınılmaz olacaktır. Örneğin ülkemizde kadın ve erkeğin soy isimlerini değiştirmeden evlenmeleri sonucunda çocuğun çift soy isimle doğması kafalarda karışıklığa sebep olabilir ayrıca kültür olarak hemen adapte olabileceğimiz bir örnek olmayabilir. Bu sebeple kadın ve erkeğin evlenirken ortak bir aile isminde kararlaşıp soylarını ortak şekilde devam ettirmeleri en azından bizim ülkemizin alışkın olduğu aile birliği ilkesine aykırı olmayacak ve toplumun bu yeni düzene alışması daha kolay olacaktır. Sonuç olarak diğer ülkelerin aile adı hakkında düzenlemelerini araştırarak en çok benimseyeceğimiz kuralı kendi hukuk ilkelerimiz çerçevesinde düzenler isek eşler arasındaki eşitliği sağlamış ve kadının da toplumda bir yeri olduğunu göstermiş olacağız.

 

 

Stj. Av. Aysu Roşin SEÇKİNER

KAYNAKÇA:
Dr. Hakan ATASOY, (2015), Evli kadının soy adı sorunu bireysel mi anayasal mı ? Uyuşmazlık Mahkemesi Dergisi, Cilt 0, Sayı 5, 2015

Serap HELVACI, Gediz KOCABAŞ, (2016), Fransız, Alman, İsviçre Ve Türk Hukuklarında Kadının Soyadı, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, cilt 21, sayı 2

KONUT KİRASINA İLİŞKİN GÜNCEL SORUNLAR

Son zamanlarda fahiş olarak artan kira bedelleri ile orantılı olarak uyuşmazlık sayısı ve çeşitliği de artış göstermektedir. Bununla beraber kiracı ve kiraya veren mal sahibi vatandaşların hak iddiaları akabinde oluşan sorunlar gündeme gelmektedir. Söz konusu çalışmamız da vatandaşların konuya ilişkin sıkça sorduğu soruları ve ilgili kanun maddeleri çerçevesinde sunacağımız cevapları içermektedir.

 

1-Kira sözleşmesini yazılı olarak düzenlemeyen ancak şifahen bir anlaşmaya varan tarafların hukuki durumu nedir?

Günümüzde her ne kadar kira akdi, yazılı olarak taraflar arasında düzenlese de akraba veya yakın çevre arasında sözlü olarak yapılmaktadır. Öncelikle Borçlar Kanunu ve ilgili diğer kanunlarda belirtildiği üzere kira sözleşmesinin yazılı şekilde yapılması şart değildir, taraflar yazılı olmadan da kira sözleşmelerini yapabilmektedirler ancak uygulamada ispat kolaylığı olması ve tarafların aralarındaki durumu net olarak belirtebilmesi açısından yazılı yapılması makul görülmektedir. Genellikle önceden hazırlanmış şablon halindeki kira sözleşmeleri taraflarca tercih edilmekte bunlar üzerinde düzenlemeler yapılmaktadır. Yazılı bir kira sözleşmesi yok ise de halin icabına göre taraflar; aralarındaki kira ilişkisini yaptıkları banka ödemeleri, faturalar gibi belgelerle ve ortaya koyabilecekleri diğer delillerle ispat edebilmektedirler. Kiraya veren, hukuki haklarını kullanabilir ve yapılacak yargılama içerisinde kira ilişkisini ispat edebilir vaziyettedir.

 

2-Belirli veya belirsiz süreli kira sözleşmelerinde kiraya veren, geçerli bir gerekçe sunmadan kiracının evden çıkmasını isteyebilir mi?

Belirli süreli kira sözleşmelerinden bahsedecek olursak; kiracı, sözleşmenin sona ereceği tarihten en geç 15 gün önce kiraya verene bildirmek suretiyle sözleşmeyi sona erdirip evden çıkabilmektedir ancak bu durum kiraya veren için geçerli değildir. Kiraya veren, sözleşme süresinin bitmesini gerekçe göstererek veya gerekçe sunmadan kiracıyı evden çıkaramaz. Örneğin; 26.05.2022 tarihinde bir yıllık süreli bir sözleşme ile kiralanan konutun, 26.05.2023 tarihinde sürenin dolması gerekçe gösterilerek boşaltılması istenemez. Kiraya veren ancak on yıllık uzama süresi sonunda, bu süreyi izleyen her uzama yılının bitiminden en az üç ay önce bildirimde bulunmak şartıyla, herhangi bir sebep göstermeksizin sözleşmeyi sona erdirebilir. Bu hüküm kiraya veren lehine konulmuş emredici bir hüküm olduğu için taraflar sözleşmede bunun aksini kararlaştıramazlar.

Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise açık hüküm bulunmaktadır. TBK m.347/2’ye göreBelirsiz süreli kira sözleşmelerinde kiracı her zaman, kiraya veren ise kiranın başlangıcından on yıl geçtikten sonra genel hükümlere göre fesih bildirimiyle sözleşmeyi sona erdirebilir.”

 

3-Kiraya veren, konut ihtiyacı nedeniyle kiracının tahliyesini nasıl talep edebilir?

Konut gereksinimine dayalı olarak kiraya veren tarafından kira akdinin sona erdirilebilmesi için konut ihtiyacı olan kişinin kanun maddesinde sınırlı olarak sayılmış kişilerden biri olması gerekmektedir: Kiraya verenin kendisi, Kiraya verenin eşi, Kiraya verenin altsoyu, Kiraya verenin üstsoyu, Kiraya verenin kanun gereğince bakmakla yükümlü olduğu kişilerdir. Kiraya veren tarafından mevcut kira sözleşmesi, belirli süreli ise sözleşmenin sona ereceği tarihten en az 3 ay önce bildirimde bulunmak şartı ile süre bitiminden itibaren 1 ay içinde dava açmalıdır.  Taraflar kira sözleşmesinin sona ereceği tarihi belirlemediği takdirde kiraya veren, her bir 6 aylık fesih dönemi içinde en az 3 ay önce kiracıya bildirimde bulunmak koşuluyla fesih dönemi sonundan itibaren 1 ay içinde dava açmalıdır.

            Bu durum neticesinde kiraya veren; tahliye edilen taşınmazı 3 yıl boyunca haklı bir sebep olmadıkça tahliye edilen kiracıdan başka bir kişiye kiralayamaz. Aksi takdirde kiracının tazminat davası açma hakkı mevcuttur. Tazminat, son 1 yıllık kira bedelinden az olamaz.

 

4-Kira sözleşmesinin kurulmasından sonra kiralanan ev satılırsa tarafların hakları neler olur?

Kira sözleşmesinin kurulmasından sonra kiralanan ev satılırsa yeni malik kira sözleşmesinin tarafı olur yani kira ilişkisi aynı koşullarla yeni malikle devam eder.

Yeni malik, kendisi, eşi, altsoyu, üstsoyu veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için eve ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç esasen TBK içerisinde gereksinim olarak tanımlanmış ve yeni malik edinme tarihinden başlayarak bir ay içinde durumu kiracıya yazılı olarak bildirmek koşuluyla önceki malik döneminden süre gelmekte olan kira sözleşmesini altı ay sonra açacağı bir davayla sona erdirebilir. Yeni malik, dilerse gereksinim sebebiyle kira sözleşmesini sona erdirme hakkını, sözleşme süresinin bitiminden başlayarak bir ay içinde açacağı dava yoluyla da kullanabilir.

5-Tahliye taahhüdü verilmiş olması halinde yasal haklar nelerdir?

Kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiracının kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı taahhüt etmesine karşın taahhüt edilen tarihte yer boşaltılmamış ise kiraya veren, icra takibi yaparak veya dava açarak taşınmazın boşaltılmasını sağlayabilir. Türk Borçlar Kanununun 352. maddesindeki düzenleme, tahliye taahhüdü ile ilgili olup “Kiracı, kiralananın teslim edilmesinden sonra, kiraya verene karşı, kiralananı belli bir tarihte boşaltmayı yazılı olarak üstlendiği halde boşaltmamışsa kiraya veren, kira sözleşmesini bu tarihten başlayarak bir ay içinde icraya başvurmak veya dava açmak suretiyle sona erdirebilir. Bu süre geçtikten sonra, tahliye taahhüdüne dayanılarak kiracının tahliyesi istenemez.

 

 

6- Yasal olarak kiralar ne kadar arttırılabilir?

 

TBK 344. maddesi “Tarafların, yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmalarını” TÜFE’ deki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını geçmemek koşuluyla geçerli kabul etmiştir. Taraflarca kira miktarının yenilenen kira döneminde ne kadar ve ne şekilde belirleneceği konusunda bir anlaşma mevcut değilse yenilenen kira döneminde kira bedeli TÜFE’ deki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranını aşmamak üzere belirlenir. Tüketici fiyat endeksi her ay düzenli olarak TÜİK’ in web sitesinde yayınlanmakta, on iki aylık ortalamalara göre değişim oranları açıklanmaktadır.

Son bir yıl içinde kira artışlarında ve TÜFE oranlarında meydana gelen olağanüstü artışların sonucunda, konut kiraları bakımından “geçici” yeni bir “kısıtlama” düzenlemesi kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Düzenleme, Türk Borçlar Kanununa bir geçici madde ilave edilerek gerçekleştirilmiştir. 11 Haziran 2022 tarihinde yürürlüğe giren düzenleme şu şekildedir; ‘‘Konut kiraları bakımından bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih ilâ 01.07.2023 (bu tarih dâhil) tarihleri arasında yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmalar, bir önceki kira yılına ait kira bedelinin yüzde yirmi beşini geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bir önceki kira yılının tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının yüzde yirmi beşin altında kalması halinde değişim oranı geçerlidir.’’ Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Bu oranları geçecek şekilde yapılan sözleşmeler, fazla miktar yönünden geçersizdir.’’ Düzenleme, sadece konut kiraları için geçerlidir.

 

7- Beş yılın sonunda, kiraya veren tarafından kira artışı istenmesinin sonuçları nelerdir?

Beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde her beş yılın sonunda uygulanacak kira bedeli, emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde yeniden belirlenir. Burada esasen taraflar arasında değişen koşullara göre yeni bir kira bedeli belirlemesi istenmektedir. Beş yılı dolan sözleşmede, yenilenen kira dönemine ilişkin TÜFE artış oranını aşmama kısıtlaması kalkacaktır. Kısaca; ; kiraya verenin her beş yılda bir kira bedelinin “kiralananın durumu” ve “emsal kira bedellerine” göre belirlenmesini isteme hakkı bulunmaktadır.

Sonuç olarak her geçen gün artış eğilimi gösteren enflasyon, en fazla kiraya veren-kiracı ilişkilerine yansımaktadır. Günden güne büyümekte olan uyuşmazlık konularını yasal boyutları ile ele almak, mevcut anlaşmazlıklarda tarafların hangi haklara sahip olduğunu bilmelerinde etkili olmaktadır. Bu doğrultuda hukuki alanda da yenilikler yapılarak, tarafların direkt olarak uzun bir yargılama sürecine dâhil olmadan haklarından haberdar edilerek çözüm odaklı yaklaşım sergileyip anlaşmaları amacıyla kira ilişkilerinde zorunlu arabuluculuk uygulaması da 1 Eylül 2023 itibari ile yürürlüğe girecektir. Söz konusu uygulama bir sonraki çalışmamızda ele alınacaktır.

                                                                                          

                                                                                                    Stj. Av. Elvan ÖNAL

AKARYAKIT İSTASYONLARIN MÜHÜRLENMESİ-KAPATILMASINA NEDEN OLAN VERGİ DENETİM RAPORLARININ İHLAL ETTİĞİ ANAYASAL HAKLAR

A. GİRİŞ

5015 Sayılı Petrol Piyasası Kanunu’nda 29.04.2021 tarih ve 7318 Sayılı Kanun ile bir kısım değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerden biri de 5015 sayılı Kanunun 20/2-g maddesidir. İlgili kanun maddesi aşağıdaki gibidir.

İdarî yaptırımlar

Madde 20- (Değişik:14/2/2019-7164/33 md.)

g) (Ek:29/4/2021-7318/10 md.) Bu Kanuna göre lisansa tabi faaliyetler ile ilgili olarak, 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 359 uncu maddesinin (a) ve (b) fıkraları kapsamında; muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge düzenleme veya bu belgeleri kullanma, belgelerin asıl veya suretlerini tamamen veya kısmen sahte olarak düzenleme veya bu belgeleri kullanma suçları ile aynı maddenin (ç) fıkrasında yazılı suçların işlendiğinin anılan Kanunun 367 nci maddesi uyarınca Cumhuriyet başsavcılığına bildirilmesi ile birlikte durum, Kuruma da iletilir ve Kurum tarafından her türlü tesiste (rafineri hariç) lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar geçici olarak durdurulur ve bu süre içinde söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez. Kesinleşmiş mahkeme kararına göre lisans sahiplerinin lisansı iptal edilir. Bu bent kapsamında kalan fiillere ilişkin olarak verilen idari para cezaları ödenmediği müddetçe lisansa konu tesis için lisans verilmez. Bu bent kapsamındaki suçlara ilişkin vergi incelemesi sonuçlanıncaya kadar söz konusu tesis için başka bir gerçek veya tüzel kişiye de lisans verilmez.

İlgili kanun maddesi gereğince maddede sayılan fiillerin gerçekleştirildiğine ilişkin Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan ve Kuruma iletilen bildirim ile tesisin lisansa tabi tüm faaliyetlerinin kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar geçici olarak durdurulur. Buna göre faaliyetlerin durdurulması için suçun işlendiğinin ispatı değil, fakat faaliyetin devam etmesi için suçun işlenmediğinin ispatını gerektirir bir düzenleme söz konusudur.

İşbu makaleye temel Petrol Piyasası Kanunu 20/2-g maddesinin uygulamasında akaryakıt şirketleri ve akaryakıt dağıtım şirketleri hakkında düzenlenen vergi suçu raporlarına istinaden, EPDK tarafından 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 20. maddesinin g bendinde yer alan, “213 sayılı VUK’ nun 359. maddesinin a ve b fıkraları kapsamında muhteviyatı itibari ile yanıltıcı belge düzenleme veya bu belgeleri kullanma suçları ile aynı maddenin ç fıkrasında yazılı suçların işlendiğinin anılan kanunun 367. maddesi uyarınca Cumhuriyet Savcılığına bildirilmesi ile birlikte durum kuruma da iletilir ve kurum tarafından her türlü tesiste lisansa tabi tüm faaliyetler kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veya mahkeme kararı kesinleşinceye kadar geçici olarak durdurulur” düzenlemesi gereğince işyeri faaliyetinin durdurulması ve mühürleme işlemleri tesis edilmektedir.

Bu kanun maddesinin uygulaması kapsamında tartışılması gereken husus, EPDK ‘nın işyerinin faaliyetini geçici süre ile kapatmasının kanuni ve yasal dayanağının olup olmamasından ibarettir.

Konunun sağlıklı şekilde anlaşılması için, yasal dayanak mahiyetindeki işlemlere ait birtakım terimlerin tanımlarına yer verilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Zira EPDK tarafından 5015 sayılı kanunun 20. maddesinin g fıkrasındaki kanun hükmünün icrasına dayanak olan, ve vergi kanunlarında geçen terimlerin vergi kanunları açısından ne ifade ettiği ile bu ifadenin olayı ne şekilde yönlendirdiğinin bilinmesi açısından önemlidir.

A. TANIM VE UNSURLAR

i- Vergi Tekniği Raporu; Vergi Denetim Kurulu yönetmeliğinin Vergi İnceleme Raporları başlıklı 53. maddesinin 3. fıkrasında, -yürütülmekte olan vergi incelemelerinde birden fazla mükellefi veya vergi türünü yada mükellefin birden fazla vergilendirme dönemini kapsayan eleştiri konusu yapılabilecek hususların tespit edilmesi halinde, konunun tek bir raporda ifade edilebilmesi amacıyla vergi raporu düzenlenebileceği belirtilmiştir. Bu raporlar sonrasında düzenlenecek vergi inceleme raporlarının ekini oluşturur.

ii- Vergi Suçu Raporu; Vergi Denetim Kurulu yönetmeliğinin Vergi Suçu Raporu başlıklı 54. maddesinde, 213 sayılı kanunun 359. maddesi kapsamındaki fiillerin tespiti durumunda, aynı kanunun 367. Maddesi uyarınca yeterli sayıda vergi suçu raporu düzenleneceği belirtilmiştir.

iii- Vergi İnceleme Raporu; Vergi İnceleme raporunun kanunlarda herhangi bir tanımı olmamakla birlikte, Vergi Usul Kanunun 134. maddesinde, vergi İncelemesinden maksat, ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunu araştırmak tespit etmek ve sağlamaktır, şeklindeki hükmün tanımı gereğince yapılan araştırma ve çalışmaların derlendiği bir araya getirildiği ve inceleme elemanının vergi kanunları doğrultusundaki önerilerine yer verilen çalışma bütünüdür. Vergi inceleme raporlarındaki tespitler, vergi dairesi tarafından uygulamaya konulur, diğer bir ifade ile vergi inceleme raporu, vergi dairesine görüş ve öneri mahiyetinde olmakla birlikte uygulamaya dayanak olarak vergi dairesi tarafından kullanılır.

iv- Sahte Belge; Sahte belge tanımına Vergi Usul Kanununun 359. maddesinde yer verildiği üzere, gerçek bir muamele veya durum olmadığı halde bunlar varmış gibi düzenlenen belge, sahte belgedir. Gerçek bir muameleye dayanmakla birlikte bu muamele veya durumu mahiyet veya miktar itibariyle gerçeğe aykırı şekilde yansıtan belge ise, muhteviyatı itibari ile yanıltıcı belgedir.

v- Bilerek Sahte Belge Kullanma; Bilerek sahte belge kullanma tabiri VUK nun 359. maddesinin 2/c maddesinde yer verilmiş olup anılan düzenlemede, Maliye Bakanlığı ile anlaşması bulunan kişilerin basabileceği belgeleri, Bakanlık ile anlaşması olmadığı halde basanlar veya bilerek kullananlar iki yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır, şeklinde açıklanmıştır.

5015 sayılı kanunun 20. maddesinin g fıkrasında, vergi kanunlarına atfen yapılan düzenlemede, Vergi Usul Kanununun 359. maddesindeki fiilleri işleyenler hakkında, aynı kanunun 367. maddesine istinaden haklarında Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulması, anılan kanunun uygulamasına yani işyerinin faaliyetinin kapatılması ile sonuçlanan işlemi başlatan bir husustur.

Bu durumda vergi kanunlarında yer alan uygulamaların ne şekilde tekamül ettiğinin bilinmesi ile EPDK uygulamasının yasal dayanağının bulunup bulunmadığını irdelemek gerekir.

İşlemleri vergi inceleme elemanı tarafından incelenen bir mükellef hakkında, öncelikle vergi inceleme raporlarına esas ve ek teşkil etmek üzere vergi tekniği raporu düzenlenir. Genel anlamda vergi konulu raporlar öneri ve inceleme elemanın değerlendirme ve kanaatlerine yer veren raporlar olup, raporlarda yer alan değerlendirmeler, kesin hüküm ifade eden hususlar değildir. Özellikle de vergi tekniği raporları kesinlik arz edemez, çünkü vergi tekniği raporlarındaki değerlendirmeler ayrıca araştırma ve incelemeyi gerektirmekte olup, vergi tekniği raporları gereğince yapılacak diğer incelemelerde somut verilerle ortaya konulmak zorundadır.

Ayrıca vergi tekniği raporlarındaki kesin olmayan/kesinliği ispatlanmamış değerlendirmeler, sonrasında düzenlenecek raporlarda somutlaştırılmak üzere hazırlanan raporlar olması sebebiyle, başkaları nezdinde ve başka konularda veya farklı vergi yönünden yapılacak incelemelere esas teşkil etmeyecek olup sadece yön gösterici mahiyettedir.

Uygulamada sık sık akaryakıt tesisi işleten şirket hakkında şirketin akaryakıt satın aldığı dağıtım şirketleri hakkında düzenlenen vergi tekniği raporundaki değerlendirmelerin, akaryakıt tesisi işleten şirket hakkında yapılan incelemede kesin yargı mahiyetinde bilgi olarak kullanıldığı, akaryakıt tesisi işleten şirketin faaliyetinin fiili olarak tespiti yönünde araştırma ve belge ortaya konulmadan şirket sahte belge kullanıcısı olarak telakki edildiği ve devamında sahte belgenin bilerek kullanıldığı yönünde yapılan değerlendirme üzerine olayın vergi suçuna konu edilmesine rastlanmaktadır.

B. UYGULAMADA KARŞILAŞILAN PROBLEMLERE BİR BAKIŞ

Konunun uygulamasının teknik ve hukuki yönlerden ayrıntılı şekilde incelenmesi için akaryakıt tesisi işleten şirketler ve dağıtıcı şirketler hakkında yapılan incelemelerin irdelenmesi gerekir.
a. Akaryakıt Tesisi İşleten Şirketler Hakkında Yapılan İncelemelerde;

i- Akaryakıt dağıtım şirketleri hakkında düzenlenen vergi tekniği raporlarının akaryakıt şirketleri hakkında da kesin yargı oluşturacak şekilde kullanıldığı durumlarda, akaryakıt tesisi işleten şirketlerin satın aldığı akaryakıtın hangi dağıtıcı şirketlerden alındığı tam olarak ortaya konmadan rapor düzenlenmektedir. Örneğin; sadece iki satıcı akaryakıt firmasının sahte belge düzenlediği bilgisi üzerine akaryakıt tesisi işleten şirketin satın aldığı akaryakıtın sahte belge ile belgelendirildiği iddia edildiği uygulamada sık görülmektedir. Bu durumda şirketin, kimden veya hangi firmalardan akaryakıt aldığının ortaya konulması gerekmektedir. Çünkü böylesi bir durumda vergi kayıp kaçağı belgesiz mal satışı yapan kimseler tarafından mevcut olup, vergi kayıp ve kaçağının belgesiz satıcılar yönünden incelenmesi veya bu yönde ortaya irade konulması gerekir. Ancak uygulamada hazırlanan raporlarda, sadece dağıtıcı şirketler hakkındaki ispatsız ve yargı nezdinde dava konusu yapılıp yapılmadığı belli olmayan iddialar esas alınarak akaryakıt tesisi işleten şirketler hakkında kanaate dayalı rapor düzenlenmektedir. Kesin yargı içeren değerlendirmelerin somut bilgi ve belgeye dayanması hukuksal açıdan esastır. Ancak buna rağmen kesinleşmemiş iddialar üzerinden üçüncü kimseler hakkında yaptırıma dayalı hüküm tesis edilmektedir.

ii- Yine akaryakıt tesisi işleten şirketlerin, dağıtıcı şirketlerden aldığı yakıtlar mukabili yaptığı ödemelerin de gerçek olmadığının somut olarak ortaya konulması gerekmektedir. Yani yapılan ödemelerin şirketlere geri dönüşlerinin de ortaya çıkarılması gerekir. Kaldı ki, yapılan ödemeler şirkete

geri gelmediyse bu ödemelerin akıbeti ve gereğinin de somut olarak ortaya konulmasında zorunluluk bulunmaktadır. Ne var ki uygulamada düzenlenen raporlarda bu yönde araştırma yoluna gidilmediği gibi bu hususta aksi yönde bir tespitte de bulunulmamaktadır. Yapılan incelemelerde salt başka şirket nezdinde yapılan soyut değerlendirme esas alarak kıyas yoluyla değerlendirme yoluna gidilmektedir.

iii- Yine uygulamada akaryakıt tesisi işleten şirketler; alışlarının nakliye belgelerini, irsaliyelerini, nakliyeye ait bilgi ve belgeleri ibraz ettiği halde bu bilgi ve belgelerin gerçek dışılığı ortaya konulmadan rapor tanzim edildiği görülmektedir. Nakliye araçlarının otoyol geçişleri, her nakliye başına ayrı ayrı karayolları geçiş otomasyon bilgileri ile ortaya konulmasına rağmen dikkate alınmadan ve aksi ispat yönüne gidilmeden yapılan vergi inceleme işlemi, hazırlanan raporun tarafsızlığı konusunda tarafları şüpheye düşürmekte, vergi incelemelerine duyulan güveni zedelemektedir.

iv- Akaryakıt tesisi işleten şirketlerin akaryakıt alışlarının, lisans hakkı sahibi dağıtıcı şirketlerden EPDK’ nın izni gereğince yapılmış olması ve alışların da fiili olarak yapıldığının ispatlandığı bir ortamda, sadece dağıtıcı şirketlerin bir takım vergisel ödevlerini eksik yerine getirmiş olmasından ötürü sorumlu tutulmaları hukuk ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Dağıtıcı şirketlerin düzenlediği belgelerin sahte olması, bu şirketlerden akaryakıtı fiilen satın alan, alışlarına mukabil bankadan ödemelerini yapan, akaryakıtı belli araçlarla nakil eden, nakil araçlarının karayolu geçiş otomasyon bilgileri bulunan, geçiş bilgileri ile fatura ve irsaliyeleri birbiriyle uyumlu olan açısından sahte belge değerlendirmesi yasal anlamda mümkün değildir.

v- Akaryakıt tesisi işleten şirketler fiilen akaryakıtı dağıtıcı şirketlerden aldığı halde, dağıtıcı şirketlerin sahte belge ile satışı belgelendirmesi, akaryakıt tesisi işleten şirket açısından bağlayıcı değildir. Akaryakıt tesisi işleten şirketin sahte belge kullanıcısı olabilmesi için şirketin başkasından akaryakıt aldığı halde dağıtıcı şirketlerden belge almış olması gerekmektedir ki bu yönde hiçbir somut tespit söz konusu olmadan akaryakıt tesisi işleten şirketler hakkında vergi suçundan işlem tesis edilmektedir. Sadece dağıtıcı şirketler hakkındaki vergi tekniği raporu dayanak olarak alınarak ve başkaca bir araştırma ve inceleme verisi ortaya konulmadan akaryakıt tesisi işleten şirketlere haksız ithamlarda bulunulmaktadır.

vi- Yukarıda yer verdiğimiz vergi tekniği raporu tanımında, vergi tekniği raporunun, başka vergi inceleme raporuna ek yapılacağı belirtilmiş olmasına rağmen, uygulamada sık karşılaşılan bir problem olarak şirketler hakkında düzenlenen vergi inceleme raporlarında sadece atıfta bulunulmakla yetinilmesi ve rapora ek yapılmamasıdır. Bundan dolayı şirketler, haklarında yapılan işlemin dayanağından haberdar olamamaktadır. Bu durum akaryakıt şirketlerinin savunma hakkını kısıtlamaktadır.

b. Dağıtıcı Şirketler Hakkında Yapılan İncelemelerde;

Dağıtım şirketleri hakkında düzenlenen vergi tekniği raporlarının esas alınarak diğer şirketler hakkında rapor hazırlanmasına ilişkin en sık rastlanan durum, dağıtım şirketleri hakkında düzenlenen vergi tekniği raporlarının her iki şirket tarafından dava konusu yapılıp yapılmadığı, yani kesin hüküm ifade edecek mahiyette olup olmadığı belli olmadan işlem tesis edilmesidir. Yargı nezdinde kesinleşmemiş ve iddia hükmünde olan vergi inceleme raporları esas alınarak başkası nezdinde yapılan değerlendirmelere ve hüküm ifade eden yaptırımlara konu edilmektedir.

Dağıtıcı şirketler hakkında düzenlenmiş vergi tekniği raporu ve rapor doğrultusunda yapılan savcılık nezdindeki suç duyuruları ile vergi dairesince tarh edilen cezalı vergi tarhiyatlarının yargı nezdinde dava konusu yapılıp yapılmadığı tespit edilmeden işlem tesis edildiği gibi birçok kez konuyla ilgili akaryakıt tesisi işleten şirkete bir vergi cezası yahut vergi ihbarı tebliğ edilmemektedir. Akaryakıt tesisi işleten şirketler ilgili vergi inceleme, vergi suçu raporları, savcılık ihbarları EPDK tarafından akaryakıt istasyonunun mühürlenmesi ile öğrenmektedir. Dolayısıyla şirketin ne ile suçlandığı, hangi belgeler dayanak gösterilerek işlem tesis edildiği bilinmeden istasyonun faaliyetinin durdurulması yaptırımı ile yüzleşmesi söz konusu olmaktadır. Çoğu zaman tüm bilgi ve belgeler hakkında bilgi sahibi olunmadan davalar açılmakta, belgelerin çoğuna davalı idarenin savunma dilekçesi ve ekleri ile ulaşılmaktadır.

Yukarıda ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere, düzenlenen vergi inceleme raporları veya diğer vergi konulu raporlar, gerek hukuksal anlamda gerekse vergi kanunları kapsamında kesin yargı ifade etmeyen raporlardır. Yargıya taşınmış veya taşınacak bir olayda, kesin hüküm ifade etmeyen ve iddia hükmündeki değerlendirmelerin esas alınarak EPDK’nın ticari faaliyeti tümüyle engelleyici kapatma işlemi uygulaması adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, hukuk devleti ilkesi yönünden Anayasal hak ihlali teşkil etmektedir.

D. MASUMİYET KARİNESİNİN İHLAL EDİLMESİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

İlgili iş ve işlemler Anayasa ve Uluslararası Sözleşmeler kapsamında koruma altına alınan masumiyet karinesi ilkelerine aykırıdır.

Anayasanın Suç ve cezalara ilişkin esaslar başlıklı 38.maddesi şöyledir;

C. Suç ve cezalara ilişkin esaslar

”MADDE 38- Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkûmiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır.
Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur. Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.

Ceza sorumluluğu şahsîdir…”

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek Protokolü’nün adil yargılanma hakkı başlıklı 6. maddesi şöyledir;

MADDE 6

”Adil yargılanma hakkı

1. Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir. Karar alenî olarak verilir. Ancak, demokratik bir toplum içinde ahlak, kamu düzeni veya ulusal güvenlik yararına, küçüklerin çıkarları veya bir davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde veyahut, aleniyetin adil yargılamaya zarar verebileceği kimi özel durumlarda ve mahkemece bunun kaçınılmaz olarak değerlendirildiği ölçüde, duruşma salonu tüm dava süresince veya kısmen basına ve dinleyicilere kapatılabilir.

2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.

3. Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir:

a) Kendisine karşı yöneltilen suçlamanın niteliği ve sebebinden en kısa sürede, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;

b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olmak;

c) Kendisini bizzat savunmak veya seçeceği bir müdafinin yardımından yararlanmak; eğer avukat tutmak için gerekli maddî olanaklardan yoksun ise ve adaletin yerine gelmesi için gerekli görüldüğünde, resen atanacak bir avukatın yardımından ücretsiz olarak yararlanabilmek;

d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek…”
Masumiyet karinesi kapsamında yapılacak incelemede öncelikle Petrol Piyasası Kanunu 20/2-g maddesi gereğince uygulanan tesisin süresi olarak kapatılması işleminin idari yaptırım mı yoksa geçici nitelikte bir idari tedbir mi olduğu hususunun irdelenmesi gerekir.

Bazı hâllerde ve kanunların açıkça yetki verdiği veya yasaklamadığı durumlarda, araya yargısal bir karar girmeden idarenin doğrudan doğruya bir işlemi ile ve idare hukukuna özgü usûllerle vermiş olduğu cezalar “idarî yaptırım” olarak adlandırılmaktadır (ÖZAY İl Han, İdari Yaptırımlar (Kuramsal Bir Deneme), 1985, İstanbul, s. 35).

Hukukî müeyyideler nitelikleri bakımından caydırıcı (tedip edici, bastırıcı, cezalandırıcı) müeyyideler ve telafi edici (giderici, onarıcı, engelleyici) müeyyideler olmak üzere iki ana gruba ayrılabilir. Caydırıcı müeyyidelerin cezalandırma amacı ağır basar. Telafi edici müeyyidelerde ise temel amaç cezalandırma değil, bir hukuk normunun ihlâli nedeniyle ortaya çıkan bir hak kaybının veya kişiler ya da toplum (kamu) aleyhine oluşan olumsuz etki veya sonucun zorla giderilmesi (bertaraf edilmesi), telafi edilmesi veya engellenmesidir. İdare hukukundaki yaptırımlar içerik yönünden her iki grup yaptırımı da içerir. İdari cezalarda caydırma, bastırma yani cezalandırma amacı ön planda olduğundan, bunlar “caydırıcı yaptırımlar” grubuna girerler. Buna karşın idari tedbirler, “telafi edici yaptırımlar” sınıfına dâhil

olur. Danıştay kararlarında, hizmetin düzgün işlemesini olumsuz etkileyebilecek ihlâller için engelleyici ve durdurucu nitelik taşıyan yaptırımlar idari tedbir; tedbir boyutunu aşıp tedip etme ve cezalandırma boyutuna varan yaptırımlar ise idari ceza olarak görülmüştür (ULUSOY Ali, İdari Yaptırımlar, 2013, İstanbul, s. 8, 17, 21).

Buna göre kişilere ait tesislerin belirli bir fiil veya davranış neticesinde süresiz olarak kapatılmasına ilişkin işlemler -kural olarak- tedbir boyutunu aşan cezalandırma, caydırma veya tedip etme amacı taşımakla, bu davalarda çekirdek ceza hukuku güvencelerinin uygulanması gerektiği kabul edilmelidir. Bu itibarla, idarî yaptırım (ceza) niteliği taşıyan söz konusu işlemlerin idarece tesisinde ve bu işlemlerin mahkemelerce hukuka uygunluk denetiminde “masumiyet karinesi” ilkesinin sağladığı güvencelerin uygulanması gerekir.

Anayasa’nın 38. maddesinde idarî suç ve cezalar ile adlî suç ve cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından her ikisi de bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir. Adlî ve idarî suçlarda davranış normlarına aykırı ve haksızlık teşkil eden bir fiille kanun koyucunun koruma altına aldığı bir hukuki değerin ihlali söz konusu olup adlî ve idarî cezaların her ikisi de cebir içermektedir (AYM, E.2018/73, K.2019/65, 24/07/2019, §180). Bu bağlamda, “masumiyet karinesi” ceza hukukunda olduğu gibi idarî yaptırımlarda (cezalarda) da uygulanması zorunlu olan bir ilkedir. Nitekim, başta Anayasa’nın 38. maddesinde yer alanlar olmak üzere, temel ceza hukuku ilkelerinin cezalandırıcı nitelikteki idarî yaptırımlara da uygulanması gerektiği Anayasa Mahkemesi ve Danıştay tarafından kabul edilmektedir.

Konuya ilişkin yargı mensupları arasında da fikir birliği bulunmayıp söz konusu hükmün Anayasanın 38.maddesinde yer alan masumiyet karinesi ilkesi ile tam tersi işletildiği, bir kişinin suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar masum sayılacağına ilişkin Anayasal bir ilke olan masumiyet karinesi ilkesi yerine, kişinin söz konusu suçu işlemediğini yargı organları nezdinde ispatlayana kadar tesisin kapatılacağı şeklinde bir düzenleme getirilerek, isnat edilen suçu işlediği ön varsayımıyla hareket edildiği değerlendirmesi ile karşı oy gerekçesi hazırlanmıştır.

Uygulamada akaryakıt tesisi işleten şirket hakkında kaçakçılık suçunu işlediği isnadı ile Vergi Suçu Raporunun tanzim edildiği ve bu rapora istinaden şirketin yetkilisi hakkında suç duyurusunda bulunmasına karar verildiği, akabinde bu hususun, 5015 sayılı Kanunun 20/2-g maddesi uyarınca işlem yapılmak üzere idareye bildirilmesi üzerine de akaryakıt şirketine ait akaryakıt istasyonunun piyasa faaliyetinin 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanunu’nun 20. maddesinin 2. fıkrasının (g) bendi uyarınca geçici olarak durdurulmasına karar verildiği görülmektedir.

Bu durumda, yukarıda yapılan açıklamalar dikkate alındığında, akaryakıt tesisi işleten şirket hakkında henüz kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü bulunmamasına rağmen, tesisin süresiz bir şekilde kapatılmasına karar verilmesinin, idari tedbirin ötesinde olduğu anlaşılan bir idari yaptırım olarak uygulandığı ve bu yaptırımın Anayasanın 38. maddesinde yer alan masumiyet karinesi ilkesine aykırı olduğu açıktır.

E. HAK ARAMA HÜRRİYETİNİN İHLAL EDİLMESİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

Anayasa’nın ilgili maddesi şu şekildedir;

A. Hak arama hürriyeti

MADDE 36- Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.

Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.

Yine yukarıda da değinildiği üzere Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek Protokolü’nün adil yargılanma hakkı başlıklı 6. maddesi “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.” düzenlemesini haizdir.

Masumiyet karinesi doğrudan ihlal edilerek tesis edilen idari işlem hak arama hürriyetini de ihlal etmektedir. Anayasa Mahkemesinin sıkça vurguladığı gibi, temel hakları sınırlayan kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek şekilde belirli ve öngörülebilir nitelikte olması gerekir. Esasen temel hakları sınırlayan kanunun bu niteliklere sahip olması, Anayasa’nın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir.

Hukuk devletinde kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke; hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyulabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154).

Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. (AYM B. No: 2012/791,7/11/2013, § 52).

Dağıtıcı şirketler hakkında düzenlenen vergi tekniği raporu ve rapor doğrultusunda yapılan savcılık nezdindeki suç duyuruları ile vergi dairesince tarh edilen cezalı vergi tarhiyatlarının yargı nezdinde dava konusu yapılıp yapılmadığı tespit edilmeden akaryakıt tesisi işleten şirketler hakkında mühürleme işlemi tesis edildiği yukarıda izah edilmiştir. İş bu durumda akaryakıt şirketine bir vergi cezası yahut vergi ihbarı tebliğ edilmemekte; ilgili vergi inceleme, vergi suçu raporları, savcılık ihbarları EPDK tarafından akaryakıt istasyonunun mühürlenmesi ile öğrenilmektedir. Yani başka bir deyişle şirketin ne ile suçlandığı, hangi belgeler dayanak gösterilerek işlem tesis edildiği bilinmeden istasyonun faaliyetinin durdurulduğu öğrenilmektedir. Tüm bilgi ve belgeler hakkında bilgi sahibi olunmadan şirket nezdinde davalar açılmak zorunda kalınmaktadır. Gereken belgelerin çoğu davalı idarenin savunma dilekçesi ve ekleri ile öğrenilmektedir.

Bu noktada şirketlerin hak arama hürriyetinin bir başka deyişle mahkemeye erişim hakkının idare tarafından fiilen kısıtlandığı görülmektedir. Şirketlerin iddia ve savunmalarını mahkeme önünde sunması için gereken evrakların tebliği sağlanmamaktadır. Yine herhangi bir yargılama süreci olmadan salt olarak vergi raporlarına dayanılarak şirket hakkında tesis edilen mühürleme işlemi mahkeme kararını anlamsız hale getiren, önemli ölçüde sınırlamalar içeren niteliktedir. Zira şirketin suçsuzluğunun ispatının ardından mühürleme tutanakları iptal edilse dahi geri dönüşü olmayan zararlar meydana gelecektir. Ticari hayattaki itibar kaybının tamiri mümkün olmadığından oluşacak zararlar, yargılama sonrasında alınacak mahkeme kararını anlamsız hale getirir niteliktedir. Tüm bu nedenlerle Petrol piyasası kanunu 20/2-g maddesinin uygulamada hak arama hürriyetinin ihlaline neden olduğu görülmektedir.

F. MÜLKİYET HAKKININ İHLAL EDİLMESİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

İdare tarafından tesis edilen mühürleme işlemi şirketin mülkiyet hakkının özüne açıkça müdahaledir.
Anayasa’nın Mülkiyet Hakkı kenar başlıklı 35. Maddesi şöyledir; ”MADDE 35- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa’nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkını, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsadığını ifade etmektedir (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Mühürleme işlemine konu akaryakıt istasyonun şirketlere ait bir mülk olduğu hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında; malikin mülkünü kullanma, semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması, mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği ifade edilmektedir (AYM, Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53). Öyle ki Anayasa Mahkemesi bir kararında suç isnadına bağlı olarak uygulanan elkoyma tedbirinin, mülkten geçici süreyle de olsa yoksun bırakma sonucuna yol açtığından mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini kabul etmiştir (AYM, Hanife Ensaroğlu, B. No: 2014/14195, 20/9/2017, § 52).

Dağıtıcı şirketler hakkında düzenlenen vergi raporlarının kıyas yoluyla akaryakıt şirketleri hakkında da uygulanması neticesinde tesis edilen benzin ve motorin pompaları ile bu pompaların bağlı olduğu benzin ve motorin tankları mühürlenerek akaryakıt satış faaliyeti durdurulması işlemi mülkiyet hakkını Anayasaya aykırı şekilde kısıtlamaktadır. Hâlbuki temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması ile ilgili Anayasa’nın düzenlemesi karşısında sınırlamalarının nasıl yapılacağı 13. maddede düzenlenmiştir.

Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın

sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
İdarenin mülkiyet hakkına müdahalede bulunurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinin göz önünde bulundurması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesinin bir kararına göre; ”mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62).”

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre; mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

Her ne kadar şirketlerin akaryakıt istasyonu faaliyetinin durdurulmasında Petrol Piyasası Kanunu’nun 20/2-g maddesine dayanılsa da bu madde Anayasa’nın 90. maddesi ile en üst norm haline getirilmiş Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılık teşkil etmektedir.

Anayasa’nın Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma başlıklı 90. Maddesi şöyledir;

”MADDE 90- Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır.
Ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan andlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu andlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur.

Milletlerarası bir andlaşmaya dayanan uygulama andlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî andlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticarî veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren andlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz.
Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır.

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin

milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 1 No’lu Ek Protokolü’nün Mülkiyet Hakkı başlıklı maddesi şöyledir;

MADDE 1 Mülkiyetin Korunması

”Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.”
İdare tarafından uygulanan işlem Anayasa’nın yukarıda bahsedilen düzenlemelerine ve milletlerarası antlaşmalardaki düzenlemelere başka bir deyişle normlar hiyerarşisi ilkelerine açıkça aykırı olduğundan kanunilik ilkesinden söz edilememektedir.

Her ne kadar Anayasa ve Uluslararası Sözleşmeler mülkiyet hakkının kamu yararı amacı ile sınırlandırılabileceği belirtilmiş ise de işbu sınırlamanın hakkın özüne, ölçülülük ilkesine, Anayasa’nın ruhuna, özüne ve demokratik toplum gereklerine aykırı olmaması gerekmektedir. Hâlbuki somut olayımızda davalı idarenin müdahalesi Anayasa’nın ruhuna, özüne ve demokratik toplum gereklerine uymadığı gibi hakkın özüne de dokunmuş ve ölçülülük ilkesi zedelenmiştir.

Akaryakıt tesisi işleten şirketlere yapılan müdahalenin ölçülü olmadığı açıktır. Anayasa Mahkemesi kararlarına göre Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

Şirketlerin mülkiyet hakkı ve çalışma hakkının özüne orantısız ve ölçüsüz bir şekilde az önce yukarıda belirtilen Anayasa ve Uluslararası Sözleşmeler ‘deki demokratik toplum gereklerine aykırı bir şekilde müdahale gerçekleştirildiği tartışmasızdır. Öyle ki hiçbir tedbir ve müdahale bir hakkın varlığını ortadan kaldırma, askıya alma şeklinde uygulanamaz. Bu şekildeki bir müdahalenin kamu düzeni, hukuk devleti, çalışma barışı, bireylerin ekonomik hak ve özgürlüklerini kullanmak suretiyle huzur ve refahını sağlamayı amaç edinen sosyal devlet ilkesinin de zedelendiği anlaşılacağı dava konusu işlemde kamu yararından da bahsedilemeyecektir.

Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Anayasa Mahkemesi; müdahalenin orantılılığını değerlendirirken bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını göz önünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. AYM Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre; mülkiyet hakkına müdahaleye yol açan tedbirlerin keyfî veya öngörülemez biçimde uygulanmaması gerekmektedir. Aksi takdirde mülkiyet hakkının etkin bir biçimde korunması mümkün olmaz. Bu sebeple kamu makamlarınca başvurucunun eylemi ile tedbire yol açan kanuna aykırılık arasında bağlantı olduğunu gösterir makul bir değerlendirme yapılmalıdır. Bu bağlamda el koyma ve müsadere gibi tedbirler yoluyla mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin bireyin menfaatleri ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengeyi bozmaması için suça veya kabahate konu eşyanın malikinin davranışı ile kanunun ihlali arasında uygun bir illiyet bağının olması ve iyi niyetli eşya malikine eşyasını -tehlikeli olmaması kaydıyla- geri kazanabilme olanağının tanınması veya iyi niyetli malikin bu nedenle oluşan zararının tazmin edilmesi gerekmektedir (Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, §§ 31-80; Hanife Ensaroğlu, § 66; Hamdi Akın İpek, § 115).

Buna göre mülkiyet hakkını sınırlandıran bir tedbirin uygulanmasının Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine göre ölçülü olabilmesi için bu tedbirin öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olması ve bu tedbirin uygulanması dışında aynı amacı gerçekleştirmeye yarar daha elverişli başka bir aracın da bulunmaması gerekmektedir. Suçla mücadele alanında hangi tedbirlerin gerekli olduğunun değerlendirilmesi öncelikli olarak ilgili kamu makamlarının yetkisindedir. Bu alanda ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği hakkında sorumlu ve yetkili merciler daha isabetli karar verebilecek konumdadır. Bu nedenle hangi tedbirin uygulanacağının belirlenmesi hususunda idarelerin belli ölçüde takdir yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki seçilen aracın gerekliliğine ilişkin olarak idarelerin sahip olduğu takdir yetkisi sınırsız değildir. Tercih edilen aracın müdahaleyi ulaşılmak istenen amaca nazaran bariz bir biçimde ağırlaştırması durumunda Anayasa Mahkemesince müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna ulaşılması mümkündür. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kapsamda yapacağı denetim, seçilen aracın isabet derecesine yönelik olmayıp hak ve özgürlükler üzerinde oluşturduğu müdahalenin ağırlığına dönüktür (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. AYM Hamdi Akın İpek, B. No: 2015/17763, 4/5/2018, § 108; Hanife Ensaroğlu, § 67).

Anayasa Mahkemesi kararlarına göre; ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817,
19/12/2013, § 38).

İdarenin dağıtım şirketlerini gereği gibi denetlenmemiş olmasında kaynaklı oluşan neticeden akaryakıt tesisi işleten şirketlerin sorumlu tutularak akaryakıt istasyonunun kapatılması yaptırımının uygulanmasıyla akaryakıt şirketlerine ağır ve aşırı bir külfet yükletilmektedir. İdare tarafından uygulanan mühürleme işlemi tedbir adı altında olsa dahi şirketlerin mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahaleye yol açmaktadır. İlgili müdahale kanuna dayandırılmış olmasına rağmen Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının korunmasının gerektirdiği güvenceleri de sağlamadan uygulanmaktadır.

Mülkiyet hakkı ile müdahalenin dayandığı kamu yararı arasında olması gereken adil denge akaryakıt şirketleri aleyhine bozulmuş olup mülkiyet hakkına yapılan müdahale ölçüsüzdür.

G. TİCARİ TEŞEBBÜS HAKKININ İHLAL EDİLMESİNE İLİŞKİN DEĞERLENDİRME

Anayasa’nın Çalışma ve sözleşme hürriyeti başlıklı 48.maddesinde; IV,. Çalışma ve sözleşme hürriyeti
Madde 48- Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerini sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.
Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.
Akaryakıt şirketlerinin akaryakıt istasyonunun mühürlenerek ticaretten men edilmesi mülkiyet hakkını ortadan kaldırdığı gibi Anayasada güvence altına alınmış teşebbüs hakkını da ihlal ettiği izahtan varestedir.

Akaryakıt şirketlerinin ticari işletmelerinin esas sözleşmesine konu faaliyetleri akaryakıt faaliyetidir. Tüzel kişiliğe vücut veren ve şirket esas sözleşmesinde de faaliyet konusu olarak yer alan tek faaliyet alanı konusunda mühürleme işlemi nedeniyle şirketin faaliyet gösterememesi tüzel kişiliğin hukuki ve ekonomik varlığını tehdit etmektedir. Hukuka aykırı olarak tesis edilen idari işlemler neticesinde şirketin tüzel kişilik olarak varlığı tehlikeye düşürülmüştür. Gerçekleştirilen hak ihlalleri tüzel kişilik için adeta yaşam hakkı ihlali seviyesindedir.

Tesis edilen idari işlem şirketlerin tüzel kişilik olarak maddi varlığı tehlikede olduğu gibi akaryakıt istasyonlarının uzun süre kapalı kalması akaryakıt şirketleri ile iş yapan müşteri ve ticari çevrenin gözünde onarılmaz itibar kayıplarına neden olmaktadır. Akaryakıt şirketleri işletmelerinin mühürlenmesi nedeniyle müşteri çevresini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Akaryakıt şirketleri bu durumdan hem maddi, hem de ticari itibar kaybı olarak manevi şekilde etkilenmektedir.

Anayasa ile devlete, özel teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alma yükümlülüğü yüklenmiştir. Ancak hakkında kesin bir mahkeme hükmü olmamasına rağmen işletmesi mühürlenen şirketin güvenlik ve kararlılık içinde çalışması için gereken şartların sağlandığından bahsedilemez. Şirket hakkında tesis edilen idari işlem iş bu yönüyle de anayasal hak ihlali teşkil etmektedir.

Uygulamada Petrol piyasası kanunu 20/2-g maddesinden kaynaklanan yüzlerce uyuşmazlık bulunmaktadır. Yüzlerce akaryakıt istasyonu bu süreçlerden ciddi mağduriyet yaşamaktadır. Tarafımızca da takip edilen çok sayıda uyuşmazlıkta bu mağduriyetler bizzat gözlemlenmiştir. Öyle ki, tespit edilen mağduriyet ve hak ihlallerine ilişkin Anayasa Mahkemesi nezdinde gerekli başvurular yapılmış olup konu Anayasa Mahkemesinin de incelemesindedir. İdari tasarruflarda bulunan yetkili birimlerin ilgisi ile Petrol piyasası kanunu 20/2-g maddesinin bahse konu sektör firmalarına uygulanması neticesinde yol açtığı anayasal hak ihlallerine dikkat çekilmesi hedeflenmiştir.

Andis Hukuk Ve Danışmanlık Enerji Hukuku Birimi Adına

 Av. İbrahim TOPCU & Av. Emrullah BEYTAR

ANONİM ŞİRKETLERDE AZINLIK PAY SAHİPLERİNİN HAKLARI

Türk Ticaret Kanunumuzda kollektif, komandit, anonim, limited ve kooperatif olmak üzere 5 çeşit ticaret şirketinin bulunduğu ve bunlardan anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin ise sermaye şirketi olduğu belirtilmektedir. Sermaye şirketi, itibarını ve gücünü sermayesinden ve yönetiminden alan, sermayesinin paylara bölünüp, ortakların sorumluluğunun taahhüt ettikleri sermaye miktarı ile sınırlı oldukları, kişisel emek ve ticari itibarın sermaye olarak konulamayacağı şirkettir.

Sermaye şirketlerinin sermayeleri, yasada belirtilmiş minimum itibari değerden aşağı olmamak kaydıyla paylara bölünmüş olup her bir payın, pay sahibine tanıdığı haklar bulunmaktadır. Pay sahipleri, genel kurula katılma, oy kullanma, bilgi alma, kar payı alma ve sair gibi pay sahipliğinden kaynaklanan bir takım haklara haiz bulunmaktadırlar. Pay sahipliğinin tanıdığı hakların kullanılmasında iyiniyet ilkesi esas olmakla beraber pay çoğunluğu, sermaye şirketlerinde birçok konuda azınlığa göre daha fazla söz hakkına sahip olmaktadır. Ancak Türk Ticaret Kanunumuz, bazı konularda sermaye şirketlerindeki azınlık pay sahiplerine ayrıcalıklar tanımıştır. Bu yazımızda aşağıda sermaye şirketlerinden olan anonim şirketlerde azınlık pay sahiplerine tanınan hakları inceleyeceğiz.            

6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 411. maddesinde; halka açık olmayan şirketlerde sermayenin en az onda birini, halka açık şirketlerde ise yirmide birini oluşturan pay sahipleri “azlık” veya “azınlık” olarak nitelendirilmektedir. Kanun metninde belirtilen pay miktarı minimum oranı ifade etmekte olup bu orandaki payların bir kişiye ait olması da gerekmemektedir. Azınlık pay sahipliği hakkı, pay sahibine yönetim hakkı veren haklardandır. Azınlık olarak tanımlanan pay sahiplerine kanunen tanınan hakların yanı sıra esas sözleşmeyle veya şirket pay sahipleri arasında düzenlenen hissedarlar sözleşmelerine kayıt konulmak suretiyle belirli kararlarda veto hakkı, oybirliğiyle karar alma hakkı vb. gibi hakların tanınması da mümkündür.

Pay sahiplerine tanınan azınlık hakları ile anonim şirketlerdeki çıkar çatışmalarının önlenmesi, ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümlenmesinde çoğunluk ile azınlık pay sahipleri arasında dengenin sağlanması ve azınlık pay sahiplerinin çoğunluk karşısında korunması amaçlanmaktadır. Azınlık hakları; hak sahiplerinin tek yanlı irade açıklamalarıyla ve yöneltildiği organın onayına gerek kalmaksızın kullanılan ve yöneldiği sonucu kendiliğinden meydana getiren yönetim hakları olarak da tanımlanabilmektedir. Azınlık haklarına ilişkin olarak Türk Ticaret Kanunu ve Sermaye Piyasası Kanununda bazı düzenlemeler bulunmaktadır.

I-TÜRK TİCARET KANUNUNDA YER ALAN AZINLIK PAY SAHİPLERİNİN HAKLARI

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere azınlık pay sahipliği kavramı TTK’nun 411. maddesinde tanımlanmış olup, halka açık olmayan anonim şirketlerde sermayenin en az onda birini oluşturan pay sahiplerine çeşitli haklar tanınmıştır. Bu azınlık pay sahipliği hakları başlıklar halinde aşağıdaki şekilde açıklanabilir.

1- Genel Kurul Toplantısına Çağırma ve Gündeme Madde Ekleme Hakkı

TTK’ nın 411. ve 412. maddesi uyarınca; sermayenin en az onda birini oluşturan azınlık pay sahipleri, yönetim kurulundan, yazılı olarak gerektirici sebepleri ve gündemi belirterek, genel kurulu toplantıya çağırmasını veya genel kurul toplanacak ise, karara bağlanmasını istedikleri konuları gündeme koymasını isteyebilirler.  Her iki hakkın da ortak noktası azınlık pay sahiplerinin istediği konuları gündeme getirmesinin sağlanabilmesidir. Gündeme madde eklenmesi talebi sadece yönetim kurulunun yapacağı çağrılarda kullanılabilir.

Yönetim kurulu tarafından azınlık pay sahiplerinin genel kurul talebinin kabul edilmesi halinde, genel kurul en geç 45 gün içinde yapılacak şekilde toplantıya çağrılmalıdır. Pay sahiplerinin çağrı veya gündeme madde konulmasına ilişkin istemleri yönetim kurulu tarafından reddedilir veya talebe 7 iş günü içinde olumlu cevap verilmezse azınlık pay sahipleri, genel kurulun toplantıya çağrılmasını şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesinden talep etme hakkına sahiptir.

Mahkemeye başvuru yapılması halinde, mahkeme, toplantıya gerek görürse, gündemi düzenlemek ve Kanun hükümleri uyarınca çağrıyı yapmak üzere bir kayyım atar. Kararında, kayyımın, görevlerini ve toplantı için gerekli belgeleri hazırlamaya ilişkin yetkilerini gösterir. Zorunluluk olmadıkça mahkeme dosya üzerinde inceleme yaparak kesin olarak karar verir.

Kanun metninde belirtildiği şekilde azınlık pay sahiplerinin, öncelikle yönetim kurulundan, genel kurulu toplantıya çağırmasını talep etmeleri, bu talebe 7 iş günü içinde olumlu cevap verilmezse veya reddedilirse mahkemeden istekte bulunmaları gerekmektedir. Bu silsile izlenmeden azınlık pay sahiplerinin doğrudan mahkemeye başvurma hakları bulunmadığı gibi mahkemeye başvurmadan da azınlık pay sahiplerinin genel kurulu toplantıya çağırma hakları bulunmamaktadır. TTK’nın 617/3 maddesi hükmü uyarınca TTK m.411 ve 412. maddeleri hükümleri limited şirketler hakkında da uygulanabilecektir.

6102 Sayılı TTK’nın limitet şirketlerde genel kurulun toplanmasında çağrı usulünü düzenleyen 617/3. maddesinde, toplantıya çağrı, azlığın çağrı ve öneri hakkı, gündem, öneriler, çağrısız genel kurul, hazırlık önlemleri, tutanak, yetkisiz katılma konularında anonim şirketlere dair hükümlerin, Bakanlık temsilcisine dair olanlar hariç, kıyas yoluyla uygulanacağı düzenlenmiş olup, bu şekilde atıf yapılan TTK 411. maddede sermayenin en az onda birini, halka açık şirketlerde yirmide birini oluşturan pay sahiplerinin, yönetim kurulundan, yazılı olarak gerektirici sebepleri ve gündemi belirterek, genel kurulu toplantıya çağırmasını veya genel kurul zaten toplanacak ise, karara bağlanmasını istedikleri konuları gündeme koymasını isteyebilecekleri, esas sözleşmeyle, çağrı hakkının daha az sayıda paya sahip pay sahiplerine tanınabileceği, yönetim kurulu çağrıyı kabul ettiği takdirde, genel kurulun en geç kırkbeş gün içinde yapılacak şekilde toplantıya çağrılacağı, aksi hâlde çağrının istem sahiplerince yapılacağı düzenlenmiş olup, TTK 412. maddesinde ise pay sahiplerinin çağrı veya gündeme madde konulmasına dair istemlerinin yönetim kurulu tarafından reddedildiği veya isteme yedi iş günü içinde olumlu cevap verilmediği takdirde, aynı pay sahiplerinin başvurusu üzerine, genel kurulun toplantıya çağrılmasına şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesinin karar verebileceği düzenlemiştir.

Somut uyuşmazlıkta, şirketteki diğer ortaklar, yine şirkette hissedar olan davalı … vekili Av. … tarafından 05.05.2014 tarihinde noter kanalı ile 12.05.2014 tarihli olağanüstü genel kurul toplantısına davet edilmiş olup, bu davet üzerine şirketin olağanüstü genel kurul toplantısı yapılmıştır.

Yukarıda belirtilen kanun maddeleri çerçevesinde davalılardan …’nin ister bizzat ister vekili vasıtasıyla yasada belirtilen prosedürü yerine getirmeden şirket hissedarlarını doğrudan olağanüstü genel kurulu toplantısına davet hakkının bulunmadığı, bu çağrı üzerine gerçekleştirilen genel kurulda alınan kararların butlan ile malül olduğu hususu gözetilmeksizin yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, hükmün temyiz eden davacı yararına bozulması gerekmiştir. (YARGITAY 11. HD. 09.03.2017 T. 2016/2371 E. 2017/1397 K.    

2- Özel Denetçi Atanmasını Talep Etme Hakkı

 TTK’ nın 438. maddesi uyarınca her pay sahibinin, pay sahipliği haklarının kullanılabilmesi için gerekli olduğu takdirde ve bilgi alma veya inceleme hakkı daha önce kullanılmış ise, belirli olayların özel bir denetimle açıklığa kavuşturulmasını genel kuruldan isteme hakkı bulunmaktadır. Böyle bir talepte bulunabilmek için talebin gündemde bulunmasına gerek yoktur. 

Genel kurul pay sahiplerinin anılan istemini onaylarsa, şirket veya her bir pay sahibi 30 gün içinde, şirket merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesinden şirkete bir özel denetçi atanmasını isteyebilir.

Genel kurulun özel denetim istemini reddetmesi halinde ise; TTK’nın 439. maddesi uyarınca sermayenin en az onda birini, halka açık anonim şirketlerde en az yirmide birini oluşturan pay sahipleri veya paylarının itibarî değeri toplamı en az bir milyon Türk lirası olan pay sahiplerinin 3 ay içinde şirket merkezinin bulunduğu yer asliye ticaret mahkemesinden özel denetçi atamasını isteme hakkı bulunmaktadır. Bu şekilde azınlık pay sahiplerine, özel denetçi atanmasına ilişkin talebin reddine dair genel kurul toplantısı kararının iptalini istemek yerine, doğrudan doğruya şirkete özel denetçi atanmasını isteme hakkı tanınmış olmaktadır. Mahkemeye başvurulması halinde, kurucuların veya şirket organlarının, kanunu veya ana sözleşmeyi ihlal ederek, pay sahiplerini zarara uğrattıklarının ikna edici bir şekilde ortaya konulması gerekir. Mahkemenin talebi haklı bulması halinde, talep doğrultusunda inceleme çerçevesini belirleyerek bir veya birden fazla özel denetçi atanacaktır. Mahkemenin kararı kesindir. TTK’nın 635 maddesi hükmü uyarınca özel denetçi atanmasına ilişkin TTK m.438 ila 444. maddeleri hükümleri limited şirketler hakkında da uygulanabilecektir.

3- Finansal Tabloların Değerlendirilmesine İlişkin Genel Kurul Toplantısını Erteleme Talebi Hakkı

 TTK’nın 420. maddesi uyarınca sermayenin onda birine, halka açık anonim şirketlerde ise yirmide birine sahip azınlık pay sahiplerine; finansal tabloların müzakeresi ve buna bağlı konular kapsamında genel kurulun bir karar almasına gerek olmaksızın, toplantı başkanının kararıyla genel kurulun ve müzakerenin 1 ay sonraya erteleme hakkı tanınmıştır. Kanun metninde, finansal tabloların müzakeresi ve buna bağlı konular denilerek, bağlı konuların nelerden ibaret olduğu konusunda bir ayrıntıya yer verilmemiştir. Yargıtay içtihatlarıyla yönetim kurulu üyelerinin ibrası ile yönetim kurulu üyeliği seçimlerinin, finansal tablolar ile bağlı konular olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle TTK’ nın 420. maddesi uyarınca finansal tabloların müzakeresinin ertelenmesi halinde, doğal olarak ibra ve yönetim kurulu üyeliği seçimleri de ertelenmiş olmaktadır. TTK’nın 420. maddesinde belirtilen erteleme, yasa gereği bir erteleme olup, genel kurulun bu konuda bir karar almasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Azınlık pay sahiplerinin TTK’nın 420. maddesine uygun talebinin varlığına rağmen genel kurulda finansal tabloların müzakeresi ile bağlı konuların görüşülmesi halinde, genel kurulda bu konuda açılacak kararlar yok hükmünde olacaktır. Azınlık pay sahiplerinin istemi üzerine bir kere ertelenen finansal tabloların müzakeresinin tekrar geri bırakılmasının istenebilmesi, finansal tabloların itiraza uğrayan ve tutanağa geçmiş bulunan noktaları hakkında, ilgililer tarafından, dürüst hesap verme ölçüsü ilkeleri uyarınca cevap verilmemiş olmasına bağlıdır.           

6102 Sayılı TTK’nın 420. maddesi gereğince sermayenin 1/10’ine sahip ortaklar tarafından finansal tabloların müzakeresi ve buna bağlı konuların ertelenmesi talep edildiğinde genel kurul başkanının başkaca hiçbir işlem yapmaksızın bu konuların görüşmesini bir ay sonraya bırakması gerekmekte olup, 6102 Sayılı TTK’nın 413.  maddesi uyarınca yönetim kurulu üyelerinin görevden alınmaları ve yenilerinin seçimi finansal tabloların müzakeresi maddesiyle ilgili sayılmalıdır. Dolayısıyla finansal tabloların müzakeresinin ertelenmesine karar verildiği halde buna bağlı konulardan olan yönetim kurulu üyelerinin seçimine dair davalı şirketin genel kurul gündeminin 6. maddesinin görüşülmesinin de ertelenmesi gerekirken bu maddenin görüşülerek yeni yönetim kurulu üyelerinin seçimine karar verilmesi doğru görülmediği gibi davaya konu genel kurul toplantı gündeminin 4. maddesine dair yönetim kurulu ve denetim kurulu üyelerinin ibralarına dair gündem maddesinin de görüşülerek karar verilmesi doğru görülmemiştir.” (YARGITAY 11. HD. 04.06.2018 T. 2016/11091 E. 2018/4259 K.)

6102 Sayılı TTK’nın 420.  maddesi gereğince sermayenin 1/10’ine sahip ortaklar tarafından finansal tabloların müzakeresi ve buna bağlı konuların ertelenmesi talep edildiğinde genel kurul başkanının başkaca hiçbir işlem yapmaksızın bu konuların görüşmesini bir ay sonraya bırakması gerekmekte olup, 6102 Sayılı TTK’nın 413.  maddesi uyarınca yönetim kurulu üyelerinin görevden alınmaları ve yenilerinin seçimi finansal tabloların müzakeresi maddesiyle ilgili sayılmalıdır. Dolayısıyla finansal tabloların müzakeresi ile buna bağlı olan yönetim kurulu üyelerinin ibrasının ertelenmiş olması nazara alındığında yönetim kurulunun seçimine dair davalı şirketin genel kurulunun 4. maddesinin görüşülmesinin de ertelenmesi gerekirken görüşülerek eski yönetim kurulu üyelerinin seçimine karar verilmesi yerinde görülmemiştir.” (YARGITAY 11. HD. 14.09.2017 T. 2016/5118 E. 2017/4360)

 “Bu atıf uyarınca olayda uygulanması gereken TTK’nın 420.  maddesi uyarınca belirtilen gündem maddeleri de finansal tablolar ile bağlı konular olduğundan, genel kurul gündemlerinin 3. maddelerinin konusu olan finansal tabloların ve bununla birlikte gündemlerinin 4. maddesinin konusu olan müdürlerin ibrasının görüşülmeleri ertelendiğine göre finansal tablolara bağlantılı olan anılan gündem maddelerinin genel kurullarca görüşülmelerinin ertelenmesi gerekirken ertelenmemesi doğru olmamıştır. Bu itibarla şirketlerin gündeminin anılan maddeleri ile genel kurulca alınan kararların yok hükmünde olduklarının tespiti ile yetinilmesi gerekirken bu kararların iptaline yönelik taleplerin reddine karar verilmesi de doğru olmamıştır.” (YARGITAY 11. HD. 29.06.2021 T. 2019/4620 E. 2021/5396 K.)

6102 Sayılı TTK’ nın toplantının ertelenmesi başlıklı 420. maddesinin 2. fırkası gereğince azlığın istemiyle bir defa ertelendikten sonra finansal tabloların müzakeresinin tekrar geri bırakılmasının istenebilmesi, finansal tabloların itiraza uğrayan ve tutanağa geçmiş bulunan noktaları hakkında, ilgililer tarafından, dürüst hesap verme ölçüsü ilkeleri uyarınca cevap verilmemiş olması şarttır. Mahkemece, şirketin idari organlarınca, şirketin ticari defter ve kayıtlarını inceleyebilmesi konusunda davacılara yetki verilip verilmediği, itiraza uğrayan konularda dürüstçe hesap verilip verilmediği TTK’nın 420/2. maddesi kapsamında değerlendirilmeksizin sadece Anonim Şirketleri Genel Kurul Toplantılarının Usul ve Esasları ile Bu Toplantılarda Bulunacak Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Temsilcileri Hakkında Yönetmelik hükümleri değerlendirilerek sonuca varılması doğru olmamıştır. (YARGITAY 11. HD. 01.06.2022 T. 2020/7615 E. 2022/4275 K.

4- Nama Yazılı Pay Senetlerini Basma Talebi Hakkı

 Anonim şirketlerde payın hisse senedine bağlanması zorunluluğu bulunmamaktadır. Payın, hisse senedine bağlanmaması halinde çıplak pay olarak varlığını sürdürür. Ancak TTK’nın 486/3. maddesi uyarınca azınlık pay sahipleri, nama yazılı pay senetlerinin bastırılıp tüm nama yazılı pay senedi sahiplerine dağıtılmasını talep edebilirler. Bu durumda payların hisse senedine bağlanması gerekecektir. 

5- Haklı Sebeplerle Mahkemeden Şirketin Feshi Davasını Açma Hakkı

TTK’nın 531. maddesi uyarınca sermayenin onda birini, halka açık anonim şirketlerde yirmide birine sahip azınlık pay sahipleri, haklı sebeplerin varlığı halinde şirketin merkezinin bulunduğu yerdeki asliye ticaret mahkemesinden şirketin feshine karar verilmesini isteme hakkına haizdirler. Mahkeme azınlık pay sahiplerinin anılan talebi ile bağlı olmamakla şirketin feshi yerine, talepte bulunan davacı pay sahiplerine; Paylarının karar tarihine en yakın tarihteki gerçek değerlerinin ödenip davacı pay sahiplerinin şirketten çıkarılmalarına veya duruma uygun düşen ve kabul edilebilir diğer bir çözüme karar verme hakkına da sahiptir.

Yukarıda belirtilen madde içeriğinde yer alan “haklı sebepler” kavramı kanunda açıkça tanımlanmamıştır. Yerleşik Yargıtay içtihatlarına göre haklı sebebin olup olmadığı hususu mahkeme tarafından değerlendirilerek, her bir uyuşmazlık özelinde belirlenecektir. Bugüne kadar ki süreçte verilen Yargıtay içtihatlarına göre, şirket ana sözleşmesindeki amaçların gerçekleştirilmesine yönelik faaliyette bulunulmaması, defter ve kayıtlarının usule uygun tutulmadığı, genel kurul toplantılarının yapılmaması, organlarının bulunmaması, ortaklar arasındaki görüş ayrılığı ve ihtilaflardan dolayı davaların mevcut olması ve bundan dolayı ortakların biraya gelmelerinin mümkün olmaması gibi sebepler haklı sebep olarak kabul edilmiştir.

Şirketler hukuku bakımından şirketin devamlılığının ve ayakta kalmasının sağlanması esas olduğundan, ekonomik bir değer taşıyan şirketin feshi ve tasfiyesi yerine şirketin devamında fayda bulunup bulunmadığının ve şirketi ayakta tutacak alternatif çözüm yollarının mahkemece değerlendirilmesi zorunludur.

Haklı sebeplerle şirketin tasfiyesini isteme hakkı, sermayenin en az onda birini, halka açık ortaklıklarda ise yirmide birine sahip azınlık pay sahiplerine tanımış bir hak olup, gerek davanın açıldığı ve gerekse dava süresince, belirtilen oranda pay sahipliğinde olunması şarttır.     

6102 Sayılı TTK 531.  maddesi uyarınca, haklı sebeplerin varlığı halinde şirket sermayesinin en az onda birini ve halka açık şirketlerde yirmide birini temsil eden pay sahiplerinin, haklı sebeplerin varlığı halinde şirketin feshine karar verilmesini isteyebileceği, mahkemece, fesih yerine, davacı pay sahiplerine, pay bedellerinin karar tarihine en yakın tarihteki gerçek değerlerinin ödenmesi suretiyle davacı pay sahiplerinin şirketten çıkarılmalarına veya duruma uygun düşen ve kabul edilebilir diğer bir çözüme de karar verebilir. Haklı nedenler yasada tanımlanmamış olup, her somut olayın özelliğine göre mahkemece takdir edilecektir. Pay sahibinin hakkını sürekli ve ciddi şekilde ihlal eden durumlar, şirketin ortak amacının gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı haller haklı sebep olarak kabul edilmelidir. Anonim ortaklık bir sermaye ortaklığı olduğundan kural olarak pay sahiplerinin kişisel özelliklerinin ortaklığın işleyişinde rol oynamayacağı kabul edilmiştir. Bu yüzden, çok sayıda pay sahibinin bulunduğu büyük çaplı anonim ortaklıklarda kişisel sebepler tek başına haklı sebep teşkil etmez. Ancak aile şirketlerinde ve küçük ortaklıklarda kişi ortaklıklarıyla önemli benzerlik söz konusudur. Bu bakımdan somut olayın ve şirket tipinin özelliklerine göre, bir sermaye ortaklığı olan anonim ortaklıkta dahi, istinaden kişisel sebeplerin de haklı sebep sayılarak ortaklığın feshine, davacı pay sahiplerinin ortaklıktan çıkarılmasına veya duruma uygun düşen ve kabul edilebilir diğer bir çözüme karar verileceği kabul edilmelidir.(YARGITAY 11. HD, 02.06.2014, E. 2014/3669, K. 2014/10238)

6- Belirli Grupların Yönetim Kurulunda Temsil Edilmesi Hakkı

 TTK’nın 360. maddesi uyarınca, şirket esas sözleşmesinde öngörülmek kaydıyla, belirli pay gruplarına, özellik ve nitelikleriyle belirli bir grup oluşturan pay sahiplerine ve azlığa yönetim kurulunda temsil edilme hakkı tanınabilir.

Bu amaçla, esas sözleşmede yönetim kurulu üyelerinin; belirli bir grup oluşturan pay sahipleri, belirli pay grupları ve azlık arasından seçilebileceği gibi, esas sözleşmede azlığa yönetim kurulu üyeliği için aday önerme hakkı da tanınması mümkündür.

Genel kurul tarafından yönetim kurulu üyeliğine önerilen adayın veya hakkın tanındığı gruba ve azlığa mensup adayın, haklı sebepler olmadığı takdirde şirket genel kurulu tarafından üye seçilmesi kanunen zorunlu kılınmıştır. Bu şekilde yönetimde tanınacak temsil edilme hakkı, halka açık anonim şirketlerde yönetim kurulu üye sayısının yarısını aşamaz ve bağımsız yönetim kurulu üyelerine ilişkin düzenlemeler ayrıca geçerli olarak uygulanmaktadır. Bu şekilde yönetim kurulunda temsil edilme hakkı tanınan paylar, imtiyazlı paylar olmaktadır.

Kanun metninde belirtilen belirli bir grup oluşturan pay sahipleri; herhangi bir pay sahibini değil, esas sözleşmede 6102 Sayılı TTK’nın 340. maddesinde öngörülen emredici hükümler ilkesine aykırı olmayacak şekilde, somutlaştırılan ve kural olarak aralarında ortak bağlar bulunan pay sahiplerini ifade etmektedir. Bu itibarla örneğin şirketin kurucu ortakları, şirkette çalışan pay sahipleri, üretim yapan bir anonim şirketin müşterileri, şirkete ham madde tedarik edenler, belirli bir mesleğe mensup olanlar, belirli bir grup oluşturan pay sahipleri olarak kabul edilmelidir. (YARGITAY HGK,09.12.2020 T, E. 2017/11-140, K. 2020/1013)

 7- Bilgi Alma ve İnceleme Hakkı

 TTK’nın 437. maddesi uyarınca her pay sahibinin yönetim kurulundan, şirketin işleri ile ilgili bilgi alma ve inceleme hakkı bulunmaktadır. Pay sahibi genel kurulda, yönetim kurulundan, şirketin işleri; denetçilerden denetimin yapılma şekli ve sonuçları hakkında bilgi isteyebilir. Bilgi verme yükümü, 200. madde çerçevesinde şirketin bağlı şirketlerini de kapsar. Verilecek bilgiler, hesap verme ve dürüstlük ilkeleri bakımından özenli ve gerçeğe uygun olmalıdır. Pay sahiplerinden herhangi birine bu sıfatı dolayısıyla genel kurul dışında bir konuda bilgi verilmişse, diğer bir pay sahibinin istemde bulunması üzerine, aynı bilgi, gündemle ilgili olmasa da aynı kapsam ve ayrıntıda verilir.

Bilgi verilmesi, sadece, istenilen bilgi verildiği takdirde şirket sırlarının açıklanacağı veya korunması gereken diğer şirket menfaatlerinin tehlikeye girebileceği gerekçesi ile reddedilebilir.

Şirketin ticari defterleriyle yazışmalarının, pay sahibinin sorusunu ilgilendiren kısımlarının incelenebilmesi için, genel kurulun açık izni veya yönetim kurulunun bu hususta kararı gerekir. İzin alındığı takdirde inceleme bir uzman aracılığıyla da yapılabilir.

Bilgi alma veya inceleme istemleri cevapsız bırakılan, haksız olarak reddedilen, ertelenen veya bilgi alamayan pay sahibi,

  • Ret tarihinden itibaren 10 gün içerisinde veya
  • Ret kararı bulunmuyor ise makul bir süre içerisinde

Şirket merkezinin bulunduğu asliye ticaret mahkemesinden bilgi ve inceleme talep hakkını kullanmak amacıyla başvuruda bulunabilir. Mahkemenin vereceği karar kesindir. 

Bilgi alma ve inceleme hakkı, esas sözleşmeyle ve şirket organlarından birinin kararıyla kaldırılamaz ve sınırlandırılamaz.

8- Azınlık pay sahiplerinin Sulh ve İbraya Engel Olması

 Azınlığın sulh ve ibraya engel olması TTK m. 559’da düzenlenmektedir. TTK m. 559 hükmüne göre; Kurucuların, yönetim kurulu üyelerinin ve denetçilerin, şirketin kuruluşundan ve sermaye artırımından doğan sorumlulukları ancak şirketin tescilinden itibaren dört yıl geçtikten sonra sulh ve ibra yoluyla kaldırılabilir. Anılan sürenin geçmesinden sonra ise sulh ve ibra işlemi, ancak şirket genel kurulunun onayıyla hukuki geçerlilik kazanmaktadır.

Azınlık pay sahiplerinin sulh ve ibranın onaylanmasına karşı çıkması halinde sulh ve ibra genel kurul tarafından onaylanamayacak ve de geçerlilik kazanamayacaktır. Azınlık pay sahiplerinin, kurucuların ve yönetim kurulu üyelerinin ibrasına engel olması, sadece olumsuz oy kullanmak şeklinde gerçekleşecek olup, ayrıca bir talepte bulunulmasına gerek bulunmamaktadır.

9- Ağırlaştırılmış Toplantı ve Karar Yetersayıları

 TTK m. 418’e göre; kanunda veya ana sözleşmede aksine daha ağır bir yetersayı öngörülmediği sürece genel kurul, sermayenin en az dörtte birini karşılayan pay sahiplerinin/temsilcilerinin katılımı ile toplanır. Kanun, bazı konularda ise karar alınabilmesi için ağırlaştırılmış yetersayılar öngörmektedir. TTK m.421’deki düzenlemeye göre aşağıdaki hallerde ağırlaştırılmış yetersayılar aranmaktadır:

– Genel ana sözleşme değişikliklerinde,

– Pay sahiplerinin taahhütlerinin artırılması veya ikincil yükümlülükler konulması ile ortaklık merkezinin yurtdışına çıkarılmasında,

– İşletme konusunun tamamen değiştirilmesi, imtiyazlı pay oluşturulması, nama yazılı payların devrinin sınırlandırılması ve sermayenin azaltılmasında,

 -Pay senetleri menkul kıymet borsalarında işlem gören anonim şirketlerin alacağı sermayenin artırılması ve kayıtlı sermaye tavanının yükseltilmesine ilişkin ana sözleşme değişiklikleri ile birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin kararlar.

Belirtilen şekilde kanunun, genel kurul toplantılarında bazı konularda karar alınabilmesi için ağırlaştırılmış toplantı ve karar yetersayıları öngörmesi, bununla birlikte basit yeter sayıların da ana sözleşme ile ağırlaştırılması halinde azınlık pay sahipleri, yetersayıların oluşmasını ve dolayısıyla belirli kararların alınmasını önleme hakkına sahip olmaktadır.

II- SERMAYE PİYASASI KANUNUNDA ÖNGÖRÜLEN AZINLIK PAY SAHİPLERİ HAKLARI

Anonim şirket paylarının halka arz edilmesi sermaye piyasası mevzuatına göre yapılmaktadır. Sermaye Piyasası Kanununda, Türk Ticaret Kanunundaki düzenlemelere paralel olarak azınlık pay sahipleri için ek düzenlemeler yer almaktadır. Bu kapsamda payları halka arz edilmiş anonim şirketlerde azınlık teşkil etme oranı halka açık olmayan anonim şirketlerden daha geniş tutulmuş, TTK’ da öngörülen azınlık pay sahipleri haklarının yanı sıra Sermaye Piyasası Kanunu uyarınca ilave azınlık pay sahipleri hakları da düzenlenmiştir:

1- Kayıtlı Sermaye Sisteminde Azınlığın Dava Açma Hakkı

 Anonim şirketlerde, esas sermaye ve kayıtlı sermaye olmak üzere iki tür sermaye sistemi bulunmaktadır. Esas sermaye, şirket ana sözleşmesinde yer alan ve tamamı taahhüt edilmiş sermayedir. Bu sermayenin değiştirilmesi, sermayenin arttırılması veya azaltımı yoluyla mümkün olmaktadır. Kayıtlı sermaye ise, ana sözleşmede yer almak kaydıyla ticaret siciline tescil edilmiş azami miktardaki sermayedir. Kayıtlı sermaye sisteminde sermayenin, kayıtlı sermaye tavanı içerisinde artırılması yetkisi yönetim kuruluna tanınmıştır. Anonim şirketlerde yönetim kurulu üyeleri, genellikle çoğunluğu temsil eden pay sahipleri tarafından seçildiğinden, yönetim kurulu üyelerinin almış oldukları sermaye artırım kararları azınlık pay sahiplerinin menfaatlerini etkileyici nitelikte olabilmektedir.

Bu kapsamda yönetim kurulunun almış olduğu sermaye artırım kararına karşı azınlık pay sahiplerinin de haklarının korunması amacıyla, Sermaye Piyasası Kanununun 18/6 maddesinde; yönetim kurulunun kayıtlı sermaye tavanı içerisinde olmak üzere almış olduğu sermaye artırımı kararı aleyhine, TTK’nın genel kurul kararlarının iptaline ilişkin hükümleri çerçevesinde yönetim kurulu üyeleri veya hakları ihlal edilen pay sahipleri tarafından, kararın ilanından itibaren 30 gün içinde ortaklık merkezinin bulunduğu yer ticaret mahkemesinde iptal davası açma hakkı tanınmıştır. Bu hakkın kullanımı için herhangi bir oran gerekmeksizin sadece pay sahibi olunması yeterlidir.   

Aynı zamanda Sermaye Piyasası Kanununun 93. maddesinde, Sermaye Piyasası Kurulu’na sermaye artırımına ilişkin yönetim kurulu kararları aleyhine, bu kararların kamuya duyurulduğu tarihten itibaren 30 gün içinde ortaklık merkezinin bulunduğu yer asliye ticaret mahkemesinde iptal davası açma ve teminatsız olarak bu kararların icrasının geri bırakılmasını isteme hakkı tanınmıştır. Sermaye Piyasası Kurulu’na verilmiş bu hak ile anonim şirket pay sahiplerinin korunması amaçlanmıştır.    

2- Ortaklıktan Çıkarma Hakkı ve Satma Hakkı

Sermaye Piyasası Kanununun 26. maddesine göre, halka açık ortaklıklarda yönetim kontrolünü sağlayan payların veya oy haklarının iktisap edilmesi hâlinde, söz konusu payların veya oy haklarının iktisabının kamuya açıklandığı tarihte pay sahibi olan diğer ortakların paylarını satın almak üzere teklif yapılması zorunludur.

Aynı yasanın 27. maddesi uyarınca da 26. maddedeki pay alım teklifi sonucunda veya birlikte hareket etmek de dahil olmak üzere başkaca bir şekilde sahip olunan payların oy haklarının, Sermaye Piyasası Kurulu düzenlemeleri uyarınca öngörülen belirli bir oranda olması halinde, paya sahip olan kişiler açısından azınlıkta kalan pay sahiplerini ortaklıktan çıkarma hakkı bulunmaktadır. Bu kişiler, Sermaye Piyasası Kurulu tarafından belirlenen süre içinde, azınlıkta kalan ortakların paylarının iptalini ve bunlar karşılığı çıkarılacak yeni payların kendilerine satılmasını ortaklıktan talep edebilirler.

Buna paralel olarak da Sermaye Piyasası Kanununun 27. maddesindeki durumun varlığı halinde, azınlıkta kalan pay sahipleri açısından paylarını satma hakkı doğar. Bu durumda azınlık pay sahipleri Sermaye Piyasası Kurulu tarafından belirlenen süre içinde, paylarının adil bir bedel karşılığında satın alınmasını oy haklarının Sermaye Piyasası Kurulu tarafından belirlenen orana veya daha fazlasına sahip olan gerçek veya tüzel kişilerden ve bunlarla birlikte hareket edenlerden talep edebilirler.

3- Genel Kurul Toplantılarında Gündeme Madde Ekletme ve Gündem Maddelerine İlişkin Karar Taslaklarının Görüşmeye Sunulmasını İsteme Hakkı

TTK’nın 411. ve 412. maddelerine göre halka açık olmayan anonim şirketlerde sermayenin onda birini, halka açık anonim şirketlerde ise yirmide birine sahip azınlık pay sahiplerinin, genel kurulu toplantıya çağırma ve gündeme madde ekleme haklarının bulunduğunu yukarıda belirtmiş idik. Sermaye Piyasası Kanununun 29/5 maddesinde ise TTK’nın 411. maddesindeki gündeme madde ekleme hakkının, halka açık ortaklıklarda, gündem maddelerine ilişkin karar taslaklarının görüşmeye sunulmasını kapsadığı belirtilmiştir.

 

                                                                                          SONUÇ

Anonim şirketlerde azınlık pay sahiplerine birtakım hakların tanınmasının temelinde, pay çoğunluğuna karşı azınlıkta kalanları koruma düşüncesi yer almaktadır. Azınlık payları tamamen çoğunluk pay sahiplerinin inisiyatifine bırakmak birçok hak kaybına yol açabileceği gibi sermaye şirketlerinin işlevini de olumsuz etkileyebilecektir. Bu sebeple anonim şirketlerde azınlığa tanınan bu haklar çoğunluk karşısında azınlıkları güçlü konuma getirme amacını taşımaktadır. Bununla beraber, azınlığa tanınan hakların kullanılmasında, ortaklığın devamını engellemeyecek ve diğer pay sahiplerinin haklarını ihlal etmeyecek şekilde olmasına dikkat edilmelidir. Anonim şirketlerin çoğunluk ile yönetilmesi demokratik bir durum olmakla beraber çoğunluğun azınlığa tahakküm etmesi gibi birtakım sakıncaları da beraberinde getirebilmektedir. Hatta bazı durumlarda çoğunluğun, azınlığı ortaklık işlerinde etkisiz hale getirme gibi eylemlerde bulunduğu da söylenebilir. Anonim şirketlerde çoğunluk pay sahipleri istedikleri kararları rahatlıkla alabilirken, çoğunluğun aldığı kararlarla azınlık pay sahiplerinin menfaatleri zedelenebilmektedir. Bu gibi durumlar karşısında çoğunluk ile azınlık arasında bir denge sağlanması için Türk Ticaret Kanunu azınlık pay sahiplerini birtakım haklar tanımış, böylelikle çoğunluk pay sahiplerinin tek yanlı, keyfi olabilecek davranışlarının önüne geçilmek istenmiştir.

Av. Muaz Salih YILDIRIM

 

7440 SAYIL KANUN 5: İŞLETME/MUHASEBE KAYITLARININ DÜZELTİLMESİ

 

– İşletmede mevcut olduğu halde kayıtlarda yer almayan mal, makine teçhizat ve demirbaşları kayda alma,

– Kayıtlarda yer aldığı halde işletmede bulunmayan mal, makine, teçhizat ve demirbaşlar için düzeltme işlemleri yapma,

– Kayıtlarda yer aldığı halde işletmede bulunmayan kasa mevcutları için düzeltme işlemleri yapma,

– Kayıtlarda olduğu halde işletmede bulunmayan ortaklardan alacaklar ile ortaklara borçlar arasındaki net alacak tutarında düzeltme yapma olanağı getirilmiştir.

İşletme kayıtlarının düzeltilmesi ile ilgili hususlar tabloda gösterilmiştir.

Düzeltmeye Konu İşlem

Hesaplanacak Vergi / Yapılacak işlem

İşletmede mevcut olduğu halde kayıtlarda yer almayan mal, makine, teçhizat ve demirbaşların kayda alınması

-İktisadi kıymetler, mükelleflerce veya bağlı oldukları meslek kuruluşunca tespit edilen rayiç bedeli ile vergi dairesine bildirilir ve defterlere kaydedilir.

 

– Bildirimin, 30.04.2023 tarihine kadar yapılması gerekir.

 

– Beyan edilen makine, teçhizat, mal ve demirbaşların bedeli üzerinden, tabi olduğu oranın yarısı oranında vergi hesaplanır. Hesaplanan vergi ayrı bir beyannameyle sorumlu sıfatıyla beyan edilir ve beyanname verme süresi içinde ödenir.

 

– Makine, teçhizat ve demirbaşlar üzerinden ödenen vergi hesaplanan KDV’den indirilmez. Mal üzerinden ödenen vergi genel esaslara göre indirim konusu yapılır ancak iadeye konu edilmez.

 

– Beyan edilen mallar ÖTV’ye tabi ise beyan tarihindeki emsal bedel üzerinden özel tüketim vergisi hesaplanır, ayrı bir beyannameyle ödenir.

 

– Kayda alınan kıymetler için özel karşılık hesabı açılır. Mallar için ayrılan karşılık sermaye unsuru, diğer kıymetler için ayrılan karşılık birikmiş amortisman sayılır.

Kayıtlarda yer aldığı halde işletmede mevcut olmayan emtia, makine, teçhizat ve demirbaşların kayıtlardan çıkartılması

–  30.04.2023 tarihine kadar, kayıtlarda yer aldığı halde işletmede mevcut olmayan emtia, makine, teçhizat ve demirbaşlar fatura düzenlenerek kayıtlardan çıkartılır ve her türlü vergisel yükümlülük yerine getirilir.

 

– Ödenmesi gereken KDV, ilk taksiti beyanname verme süresinin içinde olmak üzere, üç eşit taksitte ödenir.

 

– Emtia için, fatura düzenlenmesinde ve vergisel yükümlülüklerin yerine getirilmesinde, aynı neviden mallara ilişkin cari yıl kayıtlarına göre tespit edilen gayrisafi kar oranı esas alınır. Diğer varlıklar için ise

mükellefin kendisi veya bağlı olduğu meslek kuruluşu tarafından tespit edilecek rayiç bedel dikkate alınır.

 

– Geçmişe yönelik vergi cezası ve gecikme faizi uygulanmaz

 

31.12.2022 tarihi itibariyle bilançoda

görülmekle birlikte, işletmede bulunmayan kasa mevcudunun düzeltilmesi

 

– 30.04.2023 tarihine kadar, vergi dairesine beyan edilerek kayıtlar düzeltilir.

 

– Düzeltilen tutarın %3 oranında vergi ödenir.

 

31.12.2022 tarihi itibariyle bilançoda

görülmekle birlikte, işletmede bulunmayan ortaklardan alacaklar hesabının düzeltilmesi

 

– 30.04.2023 tarihine kadar, vergi dairesine beyan edilerek kayıtlar düzeltilir.

 

– Düzeltilen tutarın %3 oranında vergi ödenir.

 

 

Hüseyin CANPOLAT

Vergi Uzmanı