TAM YARGI DAVASINDA MANEVİ ZARARIN ISLAHI

Giriş

İdari Yargı kamu idarelerinin yapmış olduğu işlem ve eylemlerin hukuka uygun olup olmadığının denetimini gerçekleştiren mahkemelerden oluşmaktadır.

Islah müessesesi ise 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda düzenlenmiştir. Islah, davanın taraflarının yaptığı usul işleminin kısmen veya tamamen değiştirilmesidir. İlgili Kanun’un 176. Maddesi “Taraflardan her biri yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebilir” şeklinde düzenlenmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere ıslah tek taraflı irade beyanıyla yapılabilmektedir.” şeklindedir. Nitekim ıslah yoluyla karşı tarafın veya mahkemenin muvafakati aranmaksızın ıslah eden taraf yapmış olduğu usul işlemlerini değiştirebilecektir. 6100 sayılı HMK’de ıslahın tahkikatın sonuna kadar her aşamada yapılabileceği belirtilmiştir.

Hukuk yargılamasında ıslah önceden beri var olmakla birlikte manevi zarar için ıslah kabul edilmemektedir. Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E:12722 K:2308 T: 28/02/2019 kararında “Dava trafik kazasından kaynaklanan cismani zarar nedeni ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Öğretide ve Yargıtay Kararlarında manevi tazminat davasının kısmi dava olarak açılamayacağı, ıslah yoluyla da talebin artırılamayacağı benimsenmektedir. Manevi tazminat bir bütündür. Duyulan acı ve üzüntünün karşılığı dava yolu ile belirlenip karşı tarafa bildirildikten sonra arttırılması veya yeni bir dava açılarak istenmesi mümkün değildir.” denilmek suretiyle manevi zararın ıslah edilemeyeceği hususu açıklanmıştır.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin E:2012/1678, K:2012/21498 ve T:17.9.2012 kararında ise bu durum “Manevi tazminat isteği niteliği itibarıyla tektir ve bölünemez, fazlaya ilişkin talep saklı tutulmak suretiyle bölümler halinde de istenemez. Sonradan gelişen bir olgunun varlığı iddia edilip kanıtlanmadığı sürece başlangıçta talep edilen manevi tazminat miktarı ıslahla da olsa artırılamaz.” şeklinde ifade edilmiştir.

Bu yazımızda öncelikle genel olarak ıslah müessesesini sonrasında manevi zararın ıslahını son olarak da dava dilekçesinde manevi zarar talep edilmememmişse ıslah yolu ile talep edilip edilemeyeceğini inceleyeceğiz.

1.İdari Yargıda Islah

Islah iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istisnası niteliğindedir. Kanunda açıkça bir hüküm bulunmadıkça ıslah yapılması mümkün değildir. 2013 yılında İdari Yargılama Usul Kanunda düzenleme yapılana kadar ıslahla ilgili açık bir düzenleme bulunmamaktaydı.

İdari Yargılama Usul Kanunun 31. Maddesinde bazı durumlarda HUMK hükümlerine atıfta bulunulmuştur. Fakat ıslah söz konusu hükümler arasında yer almadığından kanun değişikliği öncesinde ıslah mümkün olmamıştır. Bunun sonucunda önemli hak kayıpları meydana gelmiştir.

Hadin Okçu’nun yaptığı başvuruda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu durumun adil yargılanama, mülkiyet hakkı ve etkin başvuru hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir. Başvurucu 1980 yılında bekçilik görevini yerine getirirken yaralanmış ve kısmı felç olmuştur. Başvurucu 1991 yılında idareye maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuş ve talebin idare tarafında reddi sonrası idari yargıda tam yargı davası açmıştır. Karar defalarca bozulma sonrası ancak 2007 yılında kesinleşmiştir. İdari yargıda ıslah mümkün olmadığından dava açılmasından sonra geçen 16 yılda davacının talep ettiği maddi ve manevi tazminat enflasyon karşısında erimiştir. İdari yargıda hükmedilen yasal faiz ise bu zararı karşılamaktan çok uzaktır. Bu gerekçe ile başvurucu AİHM’de dava açmıştır.

AİHM, Yukarıdaki bilgileri göz önüne alan AİHM, tazminat tutarının davanın açıldığı tarihteki değeri ile talep edilebileceği tarihteki değeri arasındaki büyük farkın yargılamanın yavaş islemesinden ve gecikme faizlerinin yetersizliğinden kaynaklandığı kanaatine varmaktadır. AİHM, iç hukukta bu ihtilaflı durumun üstesinden gelebilecek etkili bir itiraz yolunun yokluğu ile ikiye katlanan bu tutarsızlığın başvuranı aşırı bir yük altına soktuğuna ve kamu yararı gereksinimleri ile başvuranın temel haklarının korunma zorunlulukları arasında olması gereken adil dengeyi bozduğuna hükmetmektedir. (Okçu/Türkiye, Başvuru no: 39515/03, 21.7.2009,p.60) şeklinde karar vermiştir.

Okçu/Türkiye kararı sonrasında yapılan kanun değişikliği ile ıslah müessesi idari yargıda da kabul edilmiştir. İdari Yargılama Usulü Kanununun 16. maddesinin 4. Fıkrasında düzenlenmiştir. İlgili maddede; “Taraflar, sürenin geçmesinden sonra verecekleri savunmalara veya ikinci dilekçelere dayanarak hak iddia edemezler. Ancak, tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktar, süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin nihai karar verilinceye kadar, harcı ödenmek suretiyle bir defaya mahsus olmak üzere artırılabilir ve miktarın artırılmasına ilişkin dilekçe otuz gün içinde cevap verilmek üzere karşı tarafa tebliğ edilir.” denilmektedir. Buna göre idari yargıda ıslah yapılabilmesi için öncelikle dava ıslaha uygun bir dava olmalıdır. İdari dava türlerinden biri olan iptal davasında ıslah yolu kullanılamamaktadır. İdari Yargıda ıslah yolunun uygulanabilmesi için bir diğer şart söz konusu tam yargı davasında ancak davacı tarafından ıslah isteminde bulunulabileceği şartıdır. İdari Yargılama usulünde davalı ıslah isteminde bulunamaz. Bu bakımdan İdari Yargıda ıslah yolu, hukuk yargılamasındaki ıslah yolundan farklılık teşkil etmektedir.

Islah, İdari Yargılama Usulü Kanununun 16. Maddesinde yapılan 11.04.2013 tarihli değişiklik ile idari yargılamada tam yargı davalarına mahsus olmak üzere uygulanmaya başlamıştır. İlgili düzenlemeden önce idari yargıda ıslah müessesi olmadığından fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması veya dava konusunun arttırılması mümkün olmamaktaydı. Bu bakımdan gerçek zararın dava devam ederken tespit edilebileceği davalarda ciddi hak kayıpları meydana gelmekteydi. Ancak getirilen ıslah düzenlemesi ile bu durumun önüne geçilmiştir. Süre bakımından ıslah zamanı ise görülen davada nihai karar verilinceye kadardır. Yani idari yargıda davacı dava sonuçlanıp nihai karar verilinceye kadar ıslah yoluna başvurabilecektir.

2.İdarı Yargıda Manevi Zararın Islahı

2013 yılına kadar idari yargıda davacı dava dilekçesinde talep ettiği tazminat miktarı ile bağlı iken 11.04.2013 tarihindeki mevzuat değişikliği ile maddi ya da manevi ayrımı yapılmaksızın tazminat miktarı ıslah edilebilmektedir. HMK’da açıkça belirtildiği üzere hukuk davalarında manevi tazminat talebi dava açıldıktan sonra artırılamamaktadır. Bu bakımdan idari yargıda ıslah hususu farklılar göstermektedir.

İdari yargıda ıslah müessesesi, meydana gelen zararın gerçek miktarının dava görülürken belirlenmesi durumunda maddi tazminat için uygulanabileceği gibi, zararı doğuran olayın muhteviyatında tespit edilen yeni bulgular ışığında kişilerin manevi yönden daha fazla etkilendiği sonucuna ulaşıldığı takdirde manevi tazminat için de uygulanabilmektedir. Bu durum istisnai bir durum olmakla beraber ancak ve ancak manevi zararın sonradan gerçekten artmış olduğunun tespiti halinde uygulanabilecektir.

T.C. Danıştay 15. Daire E. 2013/3669 K. 2014/760 T. 17.2.2014

“…2577 sayılı Yasa’da yer almamasına karşılık, Danıştay içtihatları ile istemle bağlı olma kuralı uygulanarak, tam yargı davalarında dilekçede gösterilen uyuşmazlık konusu miktarın artırılamayacağı kabul edilmiştir. Tam yargı davalarında istemle bağlı olma kuralına ilişkin Danıştay’ın bu içtihatının, hak arama özgürlüğünün kullanımına ve adil yargılama hakkına engel oluşturduğu ileri sürülerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulmuş ve adı geçen Mahkemece ülkemiz aleyhine ihlal kararları verilmiştir.

Tam yargı davalarında istemle bağlı olma kuralının sebep olduğu hak kayıplarının giderilmesi amacıyla 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 16. maddesinin 4. fıkrasına, 30.4.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6459 sayılı Kanunun 4. maddesi ile ”Ancak, tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktar, süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin nihai karar verilinceye kadar, harcı ödenmek suretiyle bir defaya mahsus olmak üzere artırılabilir ve miktarın artırılmasına ilişkin dilekçe otuz gün içinde cevap verilmek üzere karşı tarafa tebliğ edilir” cümlesi, aynı Kanun’un 5. maddesi ile de 2577 sayılı Kanun’a Geçici 7. madde olarak ”Bu maddeyi ihdas eden Kanunla, bu Kanunun 16. maddesinin dördüncü fıkrasına eklenen hüküm, kanun yolu aşaması dâhil, yürürlük tarihinde derdest olan davalarda da uygulanır. ”

Nitekim, 6459 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ( Tasarının 3. maddesi ) gerekçesinde, ”AİHM, devletin sorumluluğuna ilişkin tazminat davalarında, davacıların yargılamanın yavaş işlemesinden doğan zararlarını ortadan kaldıracak yeterli bir çözüm bulunmadığı yönünde ülkemiz aleyhinde ihlal kararları vermektedir. Düzenlemeyle, idarî yargıda açılan tam yargı davalarında talep edilen tazminatın daha yüksek olduğunun dava devam ederken anlaşılması durumunda, davacıya talep edilen miktarı arttırma hakkı verilmemesinin adil yargılama hakkının ihlali olarak kabul edilmesi sebebiyle, nihai karar verilinceye kadar ıslah suretiyle talep edilen tazminat miktarını arttırma hakkı tanınmaktadır.” ifadesine yer verilmiştir.

İdare Mahkemesi’nce, davacıların E:2006/1474 sayılı dosyalarındaki idari başvuru dilekçesi, dava dilekçesi, cevaba cevap dilekçesi ve 25.12.2009 tarihli ara karara verdikleri cevap incelendiğinde davacıların sözkonusu davayı açtıkları esnada çocuklarında kalıcı sakatlık meydana geldiğini bildikleri, buna göre tazminat isteminde bulunduklarının anlaşıldığı, buna göre 2577 sayılı Kanun’un 13. maddesinde düzenlenen süreler geçirildikten sonra 10.06.2011 tarihinde açılan davanın süre aşımı nedeniyle esasının incelenme olanağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, davacılar tarafından bilirkişi tarafından hesaplanan ancak Malatya İdare Mahkemesi’nin 13/05/2011 tarih ve E:2006/1474; K:2011/1204 sayılı kararı ile istemle bağlı kalınarak hükmedilmeyen 286.950,50-TL maddi tazminatın ödenmesine karar verilmesinin istenildiği, bu yönüyle ikinci başvurunun reddi üzerine 10.06.2011 tarihinde açılan davanın 09.02.005 tarihinde açılan davanın devamı niteliğinde olduğu, yukarıda belirtildiği üzere ıslah talebi olarak değerlendirilerek ve ıslaha ilişkin hükümler uygulanarak bir karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır…”

Danıştay 10. Dairesi E: 2009/9938E., K: 2014/1117sayılı ve T: 25.02.2014 tarihli kararında;

“2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda, 6459 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktarın, kanun yolu aşaması dâhil, yürürlük tarihinde derdest olan davalarda da süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin artırılmasına olanak tanınmıştır. Görüldüğü üzere, Yasanın “tam yargı davalarında, dava dilekçesinde belirtilen miktarın artırılabileceği” ifadesine yer verdiği; tazminat tutarının maddi veya manevi zararların karşılanmasına yönelik olup olmamasına ilişkin olarak bir ayrımdan söz etmediği anlaşılmaktadır. Bu itibarla, söz konusu artırım olanağının maddi tazminat tutarının yanında manevi tazminat tutarı içinde uygulanabileceği sonucuna varılmaktadır. Bir başka ifade ile davacıların artırılan miktara isabet eden harcı ödemek suretiyle kararı veren Mahkemeye verecekleri dilekçe ile bir defaya mahsus olmak üzere dava dilekçesinde gösterilen maddi ve manevi tazminat miktarını artırmaları mümkündür.” denilmektedir.

Danıştay 10. Dairesi E: 2019/10269, K: 2021/530 ve T:16.02.2021 kararı da benzer yöndedir.

Yukarda alıntıladığımız kararlardan görüleceği üzere Danıştay manevi tazminatın ıslahı konusunda Yargıtay’dan farklı düşünmektedir.

  1. Manevi Tazminatın Islahı

Tam yargı davasında manevi tazminatın ıslah edilebileceği hususu açıklanmıştır. Fakat davacı tarafın tam yargı davasında, dava dilekçesinde manevi tazminatı talep etmemiş ise sonradan ıslah yolu ile manevi tazminat talep edip edilemeyeceği ayrıca incelenmesi gereken bir konudur.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2014/1193, K. 2016/800 ve T. 15.6.2016 sayılı kararında bu durumuhaksız fiil nedenine dayalı tazminat istemli davada, davanın konusunu sadece maddi tazminat oluşturmaktadır. Dava konusu edilmeyen manevi tazminat talebi ayrı bir müddeabihtir. Bu nedenle de ıslahın konusu olamayacakları; eş söyleyişle eldeki davada başlangıçta dava edilmeyip, ıslahla davaya katılmak istenen manevi tazminat ayrı bir müddeabih olmakla, ayrı bir davanın konusunu teşkil edecekleri, kanaatına oyçokluğu ile varılmıştır. Nitekim benzer ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 29.06.2011gün ve 2011/1-364-453 E. / K. sayılı kararında da kabul edilmiştir.” şeklinde ifade etmiştir.

İdari Yargılama Usulü Kanununun 16. maddesinin 4. Fıkrasındaki düzenlemede ise; “Taraflar, sürenin geçmesinden sonra verecekleri savunmalara veya ikinci dilekçelere dayanarak hak iddia edemezler. Ancak, tam yargı davalarında dava dilekçesinde belirtilen miktar, süre veya diğer usul kuralları gözetilmeksizin nihai karar verilinceye kadar, harcı ödenmek suretiyle bir defaya mahsus olmak üzere artırılabilir ve miktarın artırılmasına ilişkin dilekçe otuz gün içinde cevap verilmek üzere karşı tarafa tebliğ edilir.” denilmektedir.

Görüleceği üzere kanun maddesinde sadece talep miktarının arttırılabileceği açıkça belirtilmiştir. Bu sebeple idari yargıda dava dilekçesi ile talep edilmeyen manevi tazminatın ıslah yolu ile talep edilmesi mümkün değildir.

Sonuç

Danıştay idare hukukunda manevi tazminat talebi ile ilgili verdiği hükümlerde, manevi tazminatın maddi anlamda meydana gelen bir zararın telafisi olmadığını, kişinin başına gelen olay sebebi ile ruhen yaşadığı olumsuzlukların telafi edilmesi için hükmedilen bir bedel olduğunu belirtmektedir. Nitekim yaşanan olay nedeniyle kişinin uğradığı manevi zarar miktarının net rakamlarla belirlenmesi her zaman mümkün olamamaktadır. Hal böyle olunca dava süreci devam ederken kişinin uğradığı zararın dava dilekçesinde belirttiği miktardan fazla olacağı durumlarda manevi zararın ıslahı kabul edilmektedir. Fakat dava dilekçesinde belirtilmeyen manevi zararların ıslah yolu ile talep edilmesi mümkün değildir.

Av. Hale DEMİR

ANAYASA MAHKEMESİ İPTAL KARARININ İADE EDİLEN OHAL KHK MAĞDURLARINA ETKİSİ

Anayasa Mahkemesi 12/1/2023 tarihli RG de yayımlanan E: 2018/137, K: 2022/86 sayılı kararında OHAL döneminde çeşitli Kanun Hükmünde Kararnamelerle ihraç edilen kimseleri doğrudan ilgilendiren bazı hükümleri iptal etti.

Bunlardan biri de 7075 sayılı Kanunun 10. Maddesinin 1. Fıkrasında yer alan, OHAL KHK’sı ile kamu görevinden çıkarıldıktan sonra görevine iade edilenlerin kamu görevinden çıkarılmaları dolayısıyla tazminat talebinde bulunamayacaklarına ilişkin hükümdür. Yazımızda bu iptal kararına dayanılarak maddi ve manevi tazminat davası açılıp açılmayacağına ilişkin görüşlerimize yer verilecektir.

Anayasa Mahkemesi’nin İptal Kararlarının Etkisi

Temel ilke, Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının derdest olan davalara derhal etki etmesi, uygulanmasıdır. Bu kaidenin istisnası ise kazanılmış haktır.

Anayasa Mahkemesi kararları kural olarak yürürlüğe girdikleri tarih itibariyle derhal etki göstermektedir. Genel ilke iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandıkları tarih itibariyle derhal yürürlüğe girmesi ve henüz kesinleşmemiş tüm hukuki durumlara derhal uygulanmasıdır. Yani bu kapsamda, Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının yürürlüğe girdiği andan itibaren hem idari makamların hem de yargı organlarının Anayasa’ya aykırı normu uygulamaya derhal son vermesi gerekmektedir.

Kısaca Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının derhal etki kuralının uygulama alanını şu şekilde özetleyebiliriz: İptal kararları yürürlüğe girmeden önce kesinleşen hukuki durumlar pek tabii bu kararlardan etkilenmeyecektir. Ancak kesinleşmemiş hukuki durumların bu karardan etkilenmesi derhal etki kuralının sonucudur. Bu durum kazanılmış haklara zarar vermezken, iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesine de aykırı düşmemektedir.

İptal kararlarının derhal etki doğurması kuralı sadece açılmış davaları değil, İdari Yargılama Usulü Kanunu madde 10 kapsamında yapılan başvurular için de uygulanmaktadır. Bu kapsamda genel olarak iptal kararlarının kesin hükme bağlanmamış tüm işlemlere uygulanacağını belirtebiliriz.

Genel Kaide: Anayasa Mahkemesi İptal Kararlarının Geri Yürümezliği İlkesi

Hem 1961 Anayasasında hem de 1982 Anayasasında Anayasa Mahkemesi kararlarının geri yürümeyeceği ilkesine açıkça yer verilmiştir.

Anayasa’nın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının geri yürümeyeceği açıkça düzenlenmiştir. Yine aynı maddede iptal edilen hükümlerin iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından itibaren yürürlükten kalkacağı da düzenlenmiştir. Ancak Anayasadaki bu açık hükme rağmen iptal kararlarının geriye yürüyüp yürümeyeceği hem öğretide hem de yargı kararlarında ikiliğe neden olmuş ve mahkemeler bu konuda birbirinden farklı ve birbiri ile çelişen kararlara hükmetmiştir.

Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 30.10.2013 tarihli ve 2010/2292 E., 2013/366 K. sayılı kararında “(…) Anayasa’nın 153. Maddesinde yer alan ve iptal karalarının geriye yürümezliğine ilişkin bulunan kural, iptal edilen hükümlere göre kazanılmış olan hakların ortadan kaldırılmasına veya toplum huzurunun bozulmasına yol açacak sonuçları önlemek amacıyla kabul edilmiş olup bu kuralın mutlak anlamda anlaşılıp uygulanmayacağı; özellikle bir davaya bakmakta mahkeme tarafından itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine götürülen konularda uygulanmasının mümkün olmadığını, aksi halde Anayasa’nın 152 maddesinde düzenlenmiş olan “Anayasa’ya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi (itiraz) yolunun hukuk ve uygulama yönünden sonuçsuz kalacağı…” belirtilmiştir.  

Anayasa Mahkemesi İptal Kararlarının Geri Yürümezliği İlkesinin İstisnası

Yazımızın asıl amacı Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralının istisnasının olup olmadığı ve bunun özelinde ihraç edildikten sonra iade edilen memurları ve yükseköğretim elemanlarını ne açıdan etkileyeceği hususudur.

Aşağıdaki yapacağımız açıklamalar hem göreve iade edilen OHAL KHK mağdurlarının maddi ve manevi tazminat taleplerine hem de yükseköğretim elemanlarını ihraç edildikleri üniversitelerine dönmeleri için geçerlidir.

Bu açıklamalar nihayetinde akıllara şöyle bir soru getirmektedir: “OHAL komisyonunun iade kararı veya iade ret kararlarının idare mahkemelerinden iptali ile iade edilen memurların Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümezlik ilkesi karşısında durumu farklı bir durum mudur?”

Bu sorusuna verilecek olumsuz bir cevap elbette hakkaniyetli ve hukuka uygun olmamak ile şu anki durum ve mevzuat beraber değerlendirildiğinde maalesef farklı bir yol görülmemektedir.

Ancak şunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz ki OHAL dönemi KHKları ile yapılan ihraçlar zaten olağanüstü hâl durumunda verilmiş kararlardır yani bu durum bile başlı başına onların durumunu  asıl mevzuattan ayırmaktadır. Bunun için yasa koyucu bu konuda yeni bir yasal düzenleme ile sorunu çözerek bu karışıklığı kesin olarak çözüme kavuşturmalıdır.

Aksi halde birçok mağdur kimsenin yeniden idareye başvurmaları ve idareden alınacak ret cevapları akabinde açılacak davalar ve davalarda verilecek farklı kararlar ile durum daha da çetrefilli bir hal alacaktır. Zira Anayasa Mahekmesinin İptal kararını geriye yürümezliği ilkesi içtihatlar ile delinmiştir. İçtihatlar ile yapılan bu istisnai durumların oluşması sırasında da bir çok kişi farklı kararlar ile mağdur olmuştur. Aşağıda buna ilişkin içtihat kararlarını sizler ile paylaşacağız. Şu an birçok sendikalar ve avukatlar, üye ve müvekkillerine dava yolunu tercih etmelerini önermektedirler. Kanaatimizce dava sürecinde yaşanabilecek her türlü ihtimali göze alan müvekkillerimiz de dava yolunu tercih edebilirler.

Konunun daha iyi anlaşılması için birkaç emsal karara yer vermekte fayda görmekteyiz.

Danıştay 11. Dairesi’nin 17.02.2016 tarih ve 2016/223 E., 2016/583 K. sayılı kararında belirtilen: “Anayasa’nın 153. maddesinde yer alan, Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararlarının geriye yürümeyeceği kuralı, iptal edilen hükümlere göre kazanılmış olan, doğumu anında hukuka uygun olarak tamamlanmış ve böylece kişiye özgü, lehe sonuçlar doğurmuş, daha sonra mevzuat değişikliği veya işlemin geri alınması gibi nedenlere rağmen, hukuk düzenince korunması gereken haklara yönelik olup, Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilmiş bir düzenlemeyle ilgili uyuşmazlıkların, Anayasaya aykırılığı saptanmış hükümler dikkate alınarak çözümlenmeleri Anayasa’nın üstünlüğü ve hukuk devleti ilkesine aykırılık teşkil edecektir” şeklindedir.

Bu hususu daha basit bir tabirle şu şekilde ifade edebiliriz. Kamu tüzel kişiliğine yönelik kesinleşmiş ve kazanılmış bir hak söz konusu olmaz bu hak ancak kamu tüzel kişiliği haricindeki gerçek ve tüzel kişiler için söz konusudur. Zira Anayasanın 153. maddesinden anlaşılması gereken husus da budur. Her iptal kararından sonra vatandaşların kamuya açacakları her türlü idari davada yeni başvuru hakkı doğacaktır.

Anayasa Mahkemesinin bu iptal kararına benzer  gibi 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu 89. maddesi 4. fıkranın birinci cümlesindeki “verilecek emekli ikramiyesinin hesabında 30 fiili hizmet yılından fazla süreler (dikkate alınmaz)” ibaresinin iptali sonrası yaşanan hukuki gelişmeleri akla getirmektedir.

Anayasa Mahkemesi bu ibareyi iptal etmiştir. Emekliler bunun üzerine İYUK 10. madde kapsamında idareye başvuru yapmışlar ve başvuruların reddi üzerine açılan davalarda yukarıdaki gerekçe ile kabulüne ilişkin kararlar verilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz mağduriyetler bu süreçte de yaşanmıştır. Kanaatimizce yaşanmaya da devam edecektir.

Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 08.06.2006 tarih ve E:2006/231 ve K:2006/542 sayılı kararını özeti: Davacının Anayasa Mahkemesi kararının doğurduğu sonuçlardan yararlanmak amacıyla 2577 sayılı Kanunun 10. maddesine göre idareye başvurarak bu yeni hukuki duruma göre off-shore hesabından mevduat hesabına aktardığı parasının ödenmesi talebinde bulunabileceği ve bu başvurusunun reddi üzerine dava açabileceğinin kabulü gerektiğinden işin esasının incelenmesi gerekmektedir.

Danıştay 2. Dairesinin 2004/2513 Esas  ve 2004/1601 sayılı kararın da ise:

Bu itibarla, Anayasa Mahkemesinin 22/10/2002 günlü, E:2002/138, K:2002/96 sayılı kararıyla iptal edilen, ancak davacının açıktan atanmak suretiyle göreve başladığı 27/9/2002 tarihinde yürürlükte bulunan 2002 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6. maddesinin ( g ) fıkrası uyarınca, göreve başladığı tarihten itibaren bir aylık süre içerisinde harcırah bildiriminde bulunması hukuken mümkün olmayan adı geçenin, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 10. maddesine göre yaptığı 17/4/2003 günlü başvurusunun reddi üzerine 16/5/2003 tarihinde açtığı davanın süresinde olduğunun kabulü gerektiğinden davalı idarenin bu iddiasına itibar edilmemiştir.

Bu üç karar 1982 anayasası döneminde verilmiş istisnai kararlardır. Her üç karar da İYUK madde 10’a göre yapılan başvuru üzerine dava açma süresinin yeniden başlayacağını kabul etmiştir.

Bu durumda kişilere önerimiz:

OHAL komisyonu kararı sonrasında iade edildikten sonra mali haklarını almak üzere dava açmak isteyen kimselere de belirtmek isteriz ki: Bu durumda olanlar için tazminat ödenmesi hakkaniyetli ve hukuka uygun olduğunu yukarda belirtmiştik. Fakat gerek yürürlükteki mevzuat gerekse bu konudaki yerleşik içtihatlara göre kesinleşmiş dava ve işlemler için AYM’nin iptal kararı, doğrudan bir tazminat başvuru hakkı vermediğini vurgulayalım.

Yukarda örneğini verdiğimiz bazı istisnai kararlar da ise AYM’nin iptal kararı sonrası geriye yönelik bir tazminat kabul etmiştir. Bu istisnalardan yola çıkarak açılacak yeni tazminat davalarının büyük oranda lehe sonuçlanacağını söylemek zordur. Bu anlamda dava açacak kişilerin olası davanın kaybı sonucunda katlanıcakları yargılama giderini göze alması gerekir. Hatta olası red kararların sonrası AYM/ AİHM önünde bireysel başvuru süreçleri ve masraflarını da beraber göz önünde bulundurmaları faydalı olacaktır. Aksi halde yeni hayal kırıklıklarının yaşanması muhtemeldir. Son olarak bu başvurular İYUK madde 10 kapsamında ele alındığında süreler konusunda mağduriyetlerin yaşanmaması için süreci avukatlar vasıtası ile takip edilmesinde fayda vardır.

Av. Mehmet Rauf ÇİÇEK & Av. Evin Şeyma ÇAKAN