Anayasa Mahkemesinin 08.12.2021 tarihinde Resmî Gazete’ de yayımlanan 2017/37079 başvuru numaralı Umut Öztürk Başvurusu, istinaf yolu açık olduğu hâlde kararın kesin olarak verilmesinden dolayı kanun yoluna başvuru imkânının ortadan kaldırılması nedeniyle mahkemeye erişim hakkının ve diğer bazı anayasal hakların ihlal edildiği iddialarına ilişkindir. Anayasa Mahkemesi anılan kararda mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna oyçokluğuyla hükmetmiştir. Hüküm çevresinde kanaat birliği oluşturmak, hukuk öğretisi ve hukuk normlarını bir kenara bırakarak ideal hukuk (tabiî hukuk)’ tan uzaklaşmaya sebebiyet verecektir. Kararın Türk Hukuk Sistemi’nde uygulanabilirliği, tüm derece mahkemelerinin iş yükü düşünüldüğünde pratik ve ideal olandan uzakta, beyhude kalacaktır.
- ANAYASA MAHKEMESİNİN BAŞVURUCU UMUT ÖZTÜRK HAKKINDA KARARI
Anayasa Mahkemesi Komisyonunca kabul edilebilirlik incelemesinin birinci bölüm tarafından yapılıp niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görülmesinin ardından başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir. Anayasa mahkemesi anılan kararında;
- İlk derece mahkemesi veya istinaf mahkemesinin verdiği kararın kesin olduğu hususunda yaptığı tespitin yargı denetimi dışında olmadığının, bunlara karşı bir üst kanun yoluna müracaat edilmesinin mümkün olduğunun altı çizilmelidir. Yukarıda değinilen mevzuat hükümleri ilk derece ve istinaf mahkemelerinin kesin olarak verdikleri kararlara karşı istinaf/temyiz dilekçesi sunulmasını ve bu dilekçenin reddi hâlinde dilekçe ret kararına karşı kanunlarda öngörülen süre içinde üst kanun yoluna müracaat edilmesini mümkün kılmaktadır. Böylelikle üst kanun yolu mercii bir alt derece mahkemesinin kararın kesinliğine dair tespitinin usul kanunlarına uygun olup olmadığını inceleyecek ve alt derece mahkemesinin değerlendirmesini isabetli görmediği takdirde dilekçe ret kararını kaldırarak kanun yolu isteminin esasını inceleyebilecektir.
- İlk derece/istinaf mahkemesi kararında kararın kesin olduğu ifadesinin bulunması kanunen tanınmış üst kanun yoluna başvuru hakkını ortadan kaldırmamaktadır. Kararın kesin olduğunun belirtilmiş olması başvurucunun yanılgıya düşmesine yol açma potansiyelini haiz ise de -varsa- başvurucunun kanuni hakkını zedelememektedir. Kaldı ki 6100 sayılı Kanun’da istinaf/temyiz dilekçesinin reddine ilişkin kararlara karşı istinaf/temyiz imkânı getirilirken alt derece mahkemelerinin kararın kesin olduğuna dair vardıkları yargının üst derece mahkemesince hukuki denetimden geçirilebilmesi amaçlanmıştır. Dolayısıyla kararın kesin olduğu şerhinin varlığı tek başına üst derece mahkemesini etkili bir başvuru yolu olmaktan çıkarmadığı gibi Anayasa Mahkemesini de üst derece mahkemesi yerine kaim etmemektedir. Bu itibarla ilk derece/istinaf mahkemesince kesin olarak verilen kararın gerçekte kanun yoluna tabi olduğunun düşünülmesi hâlinde başvurucunun bu iddiasını öncelikle ilgili kanun yolu merciinde tartıştırması gerekmektedir.
- Kısaca ifade etmek gerekirse, ilk derece veya istinaf mahkemesince kesin olduğu belirtilerek verilen kararlara karşı kanun yolunun açık olduğu iddia edilerek yapılan şikâyetlerin öncelikli olarak kanun yolu nezdinde (istinaf/temyiz) dile getirilmesi gerekmektedir. Kesin olarak verilen kararlara karşı kanun yoluna başvuru hakkının engellendiği iddiasıyla doğrudan Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Başvurucunun kararın kesin olmadığı iddiasının öncelikle istinaf/temyiz merciinde tartışılması gerekmektedir. İlk derece/istinaf mahkemesinin kesin kararlarına karşı -kararın kesin olduğu belirtilsin veya belirtilmesin- kanun yoluna başvurulması kural olarak bireysel başvuru süresini etkilemez. Bununla birlikte karara karşı üst kanun yollarına başvurmada tartışmalı durumların söz konusu olduğu hâllerde yani başvurucunun üst kanun yoluna başvurmasının kabul edilebilir nedenlerinin bulunması durumunda başvuru süresi kanun yolu merciinin kararının öğrenilmesinden itibaren başlayacaktır.
Denilerek 6100 sayılı Kanun’un 345. maddesinde öngörülen iki haftalık süre içinde, mahkemece kesin olarak verildiği belirtilen karara karşı istinaf yolunun açık olduğu iddiasıyla söz konusu kanun yoluna başvurma imkânı olmasına rağmen bu yola başvurmadan ihlal iddialarını doğrudan bireysel başvuruda dile getirdiği, dolayısıyla hukuk sisteminde mevcut ve etkili yargı yolunu tüketmeksizin bireysel başvuruda bulunduğunu hükme bağlamıştır.
- MAHKEMEYE ERİŞİM HAKKI
Bu noktada irdelenmesi gereken, Mahkemeye Erişim Hakkı’nın bir hak olarak düzenlenmesinin sebep ve amaçlarıdır. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile korunan hak arama hürriyeti ve mahkemeye erişim hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddenin (1) numaralı fıkrasında “Herkes davasının medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde, görülmesini isteme hakkına sahiptir…” ifadeleri çerçevesinde ve hakkın doğası gereği mahkemeye erişim hakkını da kapsadığının kabulü gerekir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mahkemeye erişim hakkının Sözleşme’nin 6. maddesinde yerini bulan güvencelerin doğal bir parçası olduğunu (Lawyer Partners A.S./Slovakya, B. No: 54252/07, 16/6/2009, § 52), bu kapsamda herkesin kişisel hak ve yükümlülükleriyle ilgili her türlü iddiasını bir mahkeme veya yargı önüne getirme hakkını güvence altına (Golder/Birleşik Krallık, B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36) aldığını düzenlemektedir.
Mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir. Kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal eder.
Öte yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 36533/04 başvuru numaralı Mesutoğlu/Türkiye kararında özetle; mahkemeye erişim hakkının mutlak olmadığı, bazı sınırlamalara tabi olabildiği, bununla birlikte, getirilen kısıtlamaların, hakkın özünü ortadan kaldıracak ölçüde, kişinin mahkemeye erişimini engellememesi gerektiği, mahkemeye erişim hakkına getirilen bu tür sınırlamaların ancak meşru bir amaç güdüldüğü takdirde ve hedeflenen amaç ile başvurulan araçlar arasında makul bir orantı olması halinde Sözleşmenin 6/1. maddesi ile bağdaşabileceği, bu ilkelerden hareketle, dava açma hakkının doğal olarak yasayla belirlenen şartları olmakla birlikte, mahkemelerin yargılama usullerini uygularken bir yandan davanın hakkaniyetine uymayacak kadar abartılı şekilcilikten, öte yandan, kanunla öngörülmüş olan usul şartlarının ortadan kalkmasına neden olacak kadar aşırı bir gevşeklikten kaçınılması gerektiği belirtilmektedir.
Yukarıda açıklanan şekilde başvurucun, kullandığı Anayasal hakları nedeniyle olağan dışı belirsizlik altında kalmış olması, bu durumun hak arama özgürlüğü ve mahkeme erişim hakkı üzerinde olağan dışı bir kısıtlama oluşturması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 36533/04 başvuru numaralı Mesutoğlu-Türkiye kararında mahkemelerin yargılama usullerini uygularken davanın hakkaniyetine halel getirecek kadar abartılı şekilcilikten kaçınmaları gereğini vurgulaması bir arada değerlendirildiğinde, adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kanuni yollara müracaat imkanının engellenmesi nedeniyle söz konusu hakkın ihlal edildiği iddiasının kabul edilerek esastan incelenmesi hukuk ve hakkaniyete uygun görünmektedir.
- ADİL YARGILANMA HAKKI
Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında; herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanun’un Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasına “adil yargılanma” ibaresinin eklenmesine ilişkin 14. maddesinin gerekçesine göre “değişiklikle Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınmış olan adil yargılama hakkı metne dahil” edilmiştir. Dolayısıyla Anayasa’nın 36. maddesinde herkesin adil yargılanma hakkına sahip olduğu ibaresinin eklenmesinin amacının Sözleşme’de düzenlenen adil yargılanma hakkını anayasal güvence altına almak olduğu anlaşılmaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 54).
Adil yargılanma hakkı, uyuşmazlıkların çözümlenmesinde hukuk devleti ilkesinin gözetilmesini gerektirmektedir. Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyet’in nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, Anayasa’nın tüm maddelerinin yorumlanması ve uygulanmasında göz önünde bulundurulması zorunlu olan bir ilkedir.
Bu noktada hukuk devletinin gereklerinden birini de hukuk güvenliği ilkesi oluşturmaktadır (AYM, E.2008/50, K.2010/84, 24/6/2010; E.2012/65, K.2012/128, 20/9/2012). Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir.
- DEĞERLENDİRME
Kanunu ve usul hükümlerini uygulama noktasında bunu kendine meslek edinmiş olan ve hâkim sıfatıyla yargılama yapılan ilk derece mahkemesinin verdiği kararın kesin nitelikte olduğuna ilişkin açık beyanının muhatapları nezdinde asgari düzeyde de olsa şüphe oluşturma potansiyeline sahip bulunduğunda tereddüt yoktur. Mahkeme ilamında yazılanın aksine olarak muhataplarınca da verilen kararın kesin nitelikte olmadığını bilmelerinin gerektiğini söylemek Devletin öncelikle kendi yargı organlarında bulunması gereken özen yükümlülüğünün haksız bir şekilde bireylere yüklenmesi manasına da gelecektir. Muhakkak ki kanunun bilinmemesi genel olarak bir mazeret olamaz. Diğer taraftan bu kuralın muhatapları, öncelikli olarak kanunları uygulayan Devlet yetkilileridir. Onların bilmediği veya yanıldıkları konularda bilme mükellefiyetinin vatandaştan beklenmesi adilane bir yaklaşım olmayacaktır. Dahası somut olayda muhatabın mahkeme kararında verilen bilgi ile yanıltılmış olması gibi bir durum da söz konusudur. Bu noktada dayanılması gereken asıl prensip tarafların kanuni yollara müracaat etme veya etmeme hususunda makul bir yanılma veya tereddüt içerisinde olup olmadığının belirlenmesidir.
Başvurucu Umut Öztürk tarafından yapılan başvuru sonucu Anayasa Mahkemesinde görülen bu uyuşmazlık hakkında birtakım üyeler karşı oy kullanarak bunun gerekçesinde: “Mahkemece verilen kararın kesin nitelikte olduğu belirtilerek verilen kararda, Anayasa’nın 40/2. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 297/1-ç maddesi mucibince de herhangi bir kanun yolu, süresi ve mercii gösterilmemiştir. Oysaki HMK’nın 341/2. maddesi gereğince manevi tazminat davalarında hükmedilen miktara bağlı olmaksızın istinaf yoluna başvurulabileceği hüküm altına alınmıştır.
Kendi kusuru olmaksızın yasal yollara müracaat noktasında yaşanan müphem durumlar tarafları olumsuz yönde etkilememelidir. Bu dosyada olduğu gibi başvurucunun mahkeme kararına itimat edip kararın kesinleştiği inancıyla bireysel başvuru yolunu tercih etmesi sonucunda verilen başvuru yollarının tüketilmediğine dayandırılan kabul edilmezlik kararı ile tüm hukuk yolları sora erdirilmektedir. Zira artık geçmiş olan yasa yollarına müracaat süresinin ihyası mümkün değildir.
Diğer taraftan çoğunluğun görüşünde ifade edildiği gibi bu konunun adli yargı yolu içerisinde çözülmesine imkân veren itiraz mekanizmaları kararda ayrıca gösterilmemiş ve açıkça kararın kesin olduğu beyan edilmiştir. Anayasanın 40/2. maddesi açısından da bu durum bir eksiklik oluşturmaktadır. Bu değerlendirmeler çerçevesinde adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kanuni yollara müracaat imkanının engellenmesi nedeniyle söz konusu hakkın ihlal edildiği iddiasının kabul edilerek esastan incelenmesi, sair haklara yönelik ihlal iddialarının ise yasa yolları denetimlerinin gerçekleştirilmesinden sonra irdelenmesi gerektiğini düşündüğümüzden çoğunluğun başvuru yollarının tüketilmemesi gerekçesine dayanan kabul edilmezlik kararına iştirak olunmamıştır.”
Denilerek bizim de tarafında olduğumuz, hakkaniyetin ve hukukun yanında olan bu görüşlerini karşı oy kullanarak sunmuşlardır. İstinaf yolu açık olan bir hususa ilişkin kararın kesin olarak verilmesinden dolayı hakkının ihlal edildiği iddiasıyla yapılan başvuruda, Mahkememiz çoğunluğunca başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle müracaatın kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir. Her ne kadar verilen kesin nitelikte kararın istinaf kanun yoluna tabii olup olmadığı taraflarca gözetilmesi gerekse de her durumda bunu tespit etmek kolay olmayacaktır. Kendini bir vekil vasıtası ile temsil ettirmeyen vatandaşların sayısı ve tüm derece mahkemelerinin yoğunluğu göz önünde bulundurulduğunda mahkeme kararındaki ifadeler daha da önem arz ediyor. Anayasa Mahkemesinin bu kararı daha önceki yerleşik kararlarına da aykırıdır. (bkz, İnta Mühendislik Mimarlık İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2017/34763, 11/2/2021) Bu sebeple karşı oy gerekçeleri çok daha tatmin edici ve ideal hukuka yakındır. Nitekim kesin nitelikte karar olarak verilip de kesin olmayan veya tereddüt halinde bulunulan tarafların bir çok kararı istinaf edilebilme olasılığı hem mahkemelerin yükünü artıracak hem de ortaya çıkacak kaos tahayyül dahi edilemez. Öte yandan istinaf kanun yoluna başvurulması durumunda da Anayasa Mahkemesine başvuru süresi kaçırılabilecektir.
Stj. Av. Umut ASLAN