İMAR PLANLARI, PLAN DEĞİŞİKLİKLERİ VE PLAN REVİZYONLARINA KARŞI DAVA AÇMA SÜRESİ

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı menfaati ihlal olunanların başvuracağı yargı yolu idari yargı yoludur. İdari yargı yolunda dava açma süresi kamu düzenine ilişkin olduğundan dolayı bu durum yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürebileceği gibi mahkeme de re’sen bu durumu inceler. Dava açma süresi geçmişse dava süre aşımından dolayı reddedilir. Bundan dolayı imar planlarından dolayı menfaati ihlal edilmiş olduğu iddiasında bulunan kişiler bu süreye azami dikkat etmeleri gerekir. Konunun boyutlarının anlaşılması için iç hukuktaki ve uluslararası hukuk boyutunun ayrı ayrı incelenmesinde fayda vardır.

İç Hukuk’ta Düzenlenmiş Şekli:

  1. İmar Planlarına İlişkin Dava Açma Süreleri:

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı idari yargıda açılacak davanın hangi süre içerisinde açılacağına dair İmar Kanunu’nda bir düzenleme bulunmamaktadır. Özel bir kanun mahiyetinde olan İmar Kanunu’nda dava açma süresi düzenlenmediğinden dolayı İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davalar İdari Yargılama Usul Kanunu’nda ki genel dava açma süresine tabi olacaktır.

  1. İdari Yargı’da Genel Dava Açma Süreleri:

İdari Yargılaması Usul Kanunu madde 7/1 de genel dava açma süresi Danıştay ve İdare mahkemelerin de 60 gün Vergi mahkemelerinde 30 gün olarak düzenlenmiştir. Kısaca İYUK olarak bilinen bu kanunda düzenlenmiş olunan dava açma süresinin başlangıç tarihi de şüphesiz gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalardan biridir. İYUK’un dava açma süresi kenar başlıklı 7/2. maddesine göre idari uyuşmazlıklarda yazılı bildirimin yapıldığı günü izleyen günden itibaren başlar. Burada da yazılı tebligatın yapıldığı gün hesaba alınmaz. Dava açma süresinin başlayabilmesi için idari uyuşmazlığa ilişkin tebligatın usulüne uygun olarak yapılmış olması gerekir. Bu tebligat İYUK’un Tebliğ işleri ve ücretler kenar başlıklı 60. Maddesine göre tebligat kanunu hükümlerine göre yapılması gerekir. İYUK’un İdari davaların açılması kenar başlıklı 3/2.c maddesinde; Davaya konu olan idari işlemin yazılı bildirim tarihinin de dilekçeye yazılmasını kanun koyucu zorunlu hale getirmiş olması tebligatının önemine de işaret mahiyetindedir. Bu tarihinin yazılmamış olması dilekçenin reddi sebebi olduğunu hatırlatmakta fayda var.

İYUK’un dava açma süresi kenar başlıklı 7/4 maddesine göre; “İlanı gereken düzenleyici işlemlerde dava süresi, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlar. Ancak bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililer, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilirler. Düzenleyici işlemin iptal edilmemiş olması bu düzenlemeye dayalı işlemin iptaline engel olmaz.” şeklindedir.

Metinde de anlaşılacağı üzere ilanı gerektiren genel ve düzenleyici işlemler de dava açma süresi ilanın son gününden sonra 60 günün geçmesi ile dava açma süresi bitmiş olacaktır. Bu tarihten sonra açılacak dava süre aşımından dolayı reddedilecektir.

  1. Genel Kuralın Bir İstisnası:

Kanun koyucu ilanı gerektiren genel ve düzenleyici işlemlerin tebliğ usulüne uygun genel kuralı koyduktan sonra fıkranın son kısmına bir istisna koymuştur. Genel ve düzenleyici işlemlerin uygulanması üzerine menfaati ihlal olunmuş kişiler düzenleyici işlem veya uygulanan işlem veya her ikisi aleyhine iptal davası açabilirler. Düzenleyici işlemin daha önce iptal edilmemiş olması bu düzenlemeye dayalı işlemin iptaline engel olmaz.

3194 sayılı yasanın  “Planların hazırlanması ve yürürlüğe konulması” kenar başlıklı 8/b maddesinde;

“b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. (Ek cümle:14/2/2020-7221/6 md.) Planlar, plan değişiklikleri ve plan revizyonları; kayıt altına alınmak ve arşivlenmek üzere Bakanlıkça oluşturulan elektronik ortama yüklenmek ve aynı sistem üzerinden Plan İşlem Numarası almak zorundadır. Planlar, belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. (Yeniden düzenleme dördüncü cümle: 12/7/20136495/73 md.) Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar” denilerek imar planları, plan değişiklikleri ve plan revizyonları belediye meclisince onandıktan sonra belediyenin belirlediği ilan yerlerinde ve ilgili idarenin internet sayfalarında yayınlanır. Söz konusu düzenlemeye göre imar palanına ilişkin dava ilan tarihinden itibaren bir aylık süre geçtikten sonra 60 gün içinde dava açılması gerekir. Bu süre geçtikten sonra açılacak davalar süre aşımından dolayı reddedilecektir.

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı dava açma süresini kaçırmış olunan menfaati ihlal olunmuş kişiler;  İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına dayalı olarak idarece bir uygulama işleminin yapıldığı gördüğü veya öğrendiği tarihten itibaren 60 gün içerisinde uygulama işlemine ve bu işlemin dayanağı olan düzenleyici işleme karşı ayrı ayrı veya birlikte dava açabilirler. Derece mahkemeleri bu durumu çoğu zaman gözden kaçırıyor olsa da gerek Danıştay ve gerekse de Anayasa mahkemesi IYUK madde 7/4’ün son iki cümlesini adil yargılama ilkesinin bir unsuru olan mahkemeye erişim hakkı kapsamında yorumlayarak bireyin mülkiyet hakkının korunmasına vesile olmaktadır. 

  1. Anayasa ve Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında İstisnanın uygulanması:

Anayasa Mahkemesinin 11/4/2012 tarihli ve E.2011/18, K.2012/53 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“… Kanun’un tespit ve tescil başlıklı 7. maddesinde korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının ve doğal sit alanlarının tespitinin Kültür ve Turizm Bakanlığının koordinatörlüğünde yapılacağı ve bu tespitlerin koruma bölge kurulu kararı ile tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak bu tespit ve tescilin maliklere tebliği öngörülmemiştir. Maddenin ilk halinde maliklere tebliğ de öngörülmüşken 17/6/1987 tarih ve 3386 sayılı Kanunla yapılan değişiklikle tebliğ zorunluluğu ortadan kaldırılmıştır.

Kanun, Koruma Yüksek Kurulunun ilke kararlarının Resmî Gazetede yayımlanmasını zorunlu tutmakla birlikte koruma bölge kurulları kararları için böyle bir yayım zorunluluğu öngörmemiştir. Alınan kararların ilgili herkesin bilgisine sunulmaması nedeniyle ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik açısından sorunlar çıkması kaçınılmazdır. Hem tescil kararının tebliğ edilmemesi hem de koruma bölge kurulu kararlarının ilgililere duyurulmasını güvence altına alacak bir yasal hükmün bulunmaması karşısında itiraz konusu kurallarda belirtilen cezai yaptırımların bireyler açısından öngörülebilir olmadığı ve suçların kanuniliği ilkesine uymadığı açıktır…”

Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

 “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”

Anayasa Mahkemesinin Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023) kararında ayrıntılı bir şekilde dile getirmiş olduğu gibi Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Diğer yandan Anayasa’nın 36. maddesine adil yargılanma ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Sözleşme’yi yorumlayan AİHM, Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının mahkemeye erişim hakkını içerdiğini belirtmektedir (AYM, Özbakım Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156, 20/4/2017, § 34).

Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, bir temel hak olmanın yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye iddialarını ortaya koyma imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle dava yoksa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz (AYM, Mohammed Aynosah, B. No: 2013/8896, 23/2/2016, § 33).

 Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde mahkemeye erişim hakkının bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına geldiğini ifade etmiştir. (AYM, Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).

 Somut olayda başvurucu tarafından açılan davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Davanın süre aşımı yönünden reddedilmesi nedeniyle uyuşmazlığın esasının incelenememesinin mahkemeye erişim hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. (AYM, Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023, &38)

Anayasa’nın 13. maddesinin ilgili kısmından anlaşılacağı üzere;

“Temel hak ve hürriyetler, … yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, … ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle getiren, bir başka anlatımla mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini ifade etmiştir ((AYM, Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52).

Bu nedenle mahkemelerin usul kurallarını uygularken yargılamanın hakkaniyetine zarar getirecek ölçüde katı şekilcilikten kaçınmaları gerektiği gibi kanunla öngörülmüş usul şartlarının ortadan kalkmasına neden olacak ölçüde aşırı esneklikten de kaçınmaları gerekir (AYM, Kamil Koç, B. No: 2012/660, 7/11/2013, § 65). Bu kapsamda mevzuatta öngörülen dava açma süresine ilişkin kuralların hukuka açıkça aykırı olarak yanlış uygulanması veya bu sürelerin hatalı hesaplanması nedenleriyle kişilerin dava açma ya da kanun yollarına başvuru haklarını kullanmasına engel olunması mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir (AYM, Özbakım Özel Sağlık Hiz. İnş. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13156, 20/4/2017, § 34).

Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmuştur. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması şartıyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut şartların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

 Ölçülülük ilkesi, öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını ve bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Öngörülen tedbirin kişiyi olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü olduğundan söz edilemez (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2015/101, 12/11/2015; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38). Müdahalenin ölçülülüğü değerlendirilirken ilgili yasal düzenlemelerle birlikte somut olayın koşulları ve başvurucunun tutumu da gözönünde bulundurulmalıdır (Ahmet Ersoy ve diğerleri, B. No: 2014/4212, 5/4/2017, § 50).

 Bu bağlamda dava açma süresinin işlemeye başladığı an da mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğü bağlamında büyük önem taşımaktadır (Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673, 25/7/2017, § 66).

 Dava açma süresinin hangi tarihte başlayacağını belirlemek ve mevzuatı bu yönüyle yorumlamak görevi şüphesiz derece mahkemelerine aittir. Derece mahkemesi bu görevi yerine getirirken vatandaşın  mahkemeye erişim hakkına etkisine dikkat etmelidir.  Dava açma süresinin henüz dava hakkının doğmadığı ya da hak sahibinin dava hakkının doğduğundan haberdar olmadığı ve somut şartlar çerçevesinde haberdar olduğunun kabulünü haklı kılan nedenlerin bulunmadığı bir dönemde işlemeye başlaması dava hakkının varlığını anlamsız kılabileceğinden ölçülülük ilkesini zedeleyebilir (AYM, Bülent Silkü, B. No: 2020/2418, 15/11/2023, &38)

  1. Danıştay Kararları Işığında İstisnanın Uygulanması:

Danıştay ise 2863 sayılı Kanun kapsamında ilan edilen tescil kararları ile ilgili başvurunun idarece reddedilmiş olması hâlinde 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca idareye tekrar başvurulmasına ve başvurunun reddi hâlinde ret işlemine karşı dava açılmasına bir engel olmadığını belirtmiştir. Danıştay içtihadına göre her yeni başvuru üzerine idarece tesis edilecek işlem için 2577 sayılı Kanun’un 7. maddesinde öngörülen altmış günlük süre içinde dava açılması mümkündür (bkz. § 21, 22 ve 23; Danıştay Ondördüncü Dairesinin 6/11/2012 tarihli ve E.2011/15162, K.2012/7461; 17/4/2014 tarihli ve E.2012/7043, K.2014/4817; 24/5/2015 tarihli ve E.2013/1036, K.2015/1328 sayılı kararları).

Kaldı ki imar planına karşı açılacak iptal davasının süresi kaçırılmış olsa dahi, o imar planı dayanak alınmak suretiyle bir uygulama işlemi tesis edildiği vakit, geçmiş olan dava açma süresinin yeniden canlanması mümkündür. Uygulama işleminin geçmiş olan dava açma süresini ihya edebilecek nitelikte olabilmesi için uygulama işlemine karşı açılan davanın, yasal süresi içerisinde açılmış olması gerekmektedir.

Danıştay Ondördüncü Dairesinin 6/11/2012 tarihli ve E.2011/15162, K.2012/7461 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“..Anayasal güvence altındaki temel hak ve özgürlüklerden olan mülkiyet hakkının kullanılabilmesi için, ilgililerin, gerekli işlemin yapılmasını idareden her zaman isteyebilecekleri açıktır. Bu durum mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliğinden kaynaklanmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 10.04.2003 günlü, E:2002/112, K:2003/33 sayılı ve 17.03.2011 günlü, E: 2009/58, 2011/52 sayılı kararlarında da bahsedildiği üzere, hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. Mülkiyet hakkının bu niteliğinden dolayı, bu hakkı ilgilendiren konularda gerekli işlemin yapılması isteminin idarece reddedilmiş olması halinde, aynı konuda 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca idareye tekrar başvurulmasına ve başvurunun reddi halinde ret işlemine karşı dava açılmasına bir engel bulunmamaktadır. Her yeni başvuru üzerine idarece tesis edilecek işlem için 2577 sayılı Yasanın 7. maddesinde öngörülen 60 günlük süre içinde dava açılması mümkündür.

Bu durumda; davacının mülkiyet hakkını ilgilendiren bir konuda işlem yapılması istemiyle 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi uyarınca yaptığı en son başvurusunun reddi üzerine süresinde dava açıldığı dikkate alındığında, daha önceden aynı konuda yaptığı başvuru tarihinde işlemden haberdar olduğu gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

Danıştay Ondördüncü Dairesinin 24/5/2015 tarihli ve E.2013/11036, K.2015/1328 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“… Her ne kadar, Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmeliğin 8/1. maddesinde yer alan; taşınmazların sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin olarak alınmış kurul kararlarının ilan tahtalarına asılmak, belediye hoparlörüyle duyurulmak, köy muhtarlığına bildirmek ve internet sitesinden yayımlanmak suretiyle ilan edileceğine ilişkin hüküm uyarınca, taşınmazların birinci derece doğal sit alanı kapsamına alınmasına ilişkin Aydın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 25/01/2012 günlü, 395 sayılı kararı, 07-14-21/02/2012 tarihinde belediye ses yayın cihazı ve kaymakamlık ilan tahtasında asılarak tebliğ edilmiş sayılmış ise de; dava konusu kararın, belirli taşınmazların birinci derece doğal sit alanı olarak belirlenmesine ilişkin bulunması nedeniyle, taşınmaz sahipleri için subjektif ve kişisel işlem olması, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda bu işlemlerin ilan edileceğine ilişkin olarak bir düzenlemenin bulunmaması, sadece Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının ve Sitlerin Tesbit ve Tescili Hakkında Yönetmelikte düzenlemeye yer verilmesi ve Anayasanın idarenin işlemlerinden dolayı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağı hükmü karşısında, ilan tarihinin dava açma süresine başlangıç tarihi kabul etmeye olanak bulunmamaktadır.

Bu durumda; dava konusu işlemin, bireysel olarak davacıya tebliğ edildiğine ya da dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihinden önce, davacı tarafından işlemden haberdar olunduğuna ilişkin herhangi bir bilgi ve belgenin bulunmaması karşısında, dava dilekçesinde belirtilen öğrenme tarihine göre süresinde açılan davanın esasının incelenmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin temyize konu İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir…”

Danıştay Altıncı Dairesi’nin 2007/3824 E., 2009/3133 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

”Dosyanın incelenmesinden, dava konusu imar planının 15.05.2006-15.06.2006   tarihleri arasında ilan edildiği, askı süresi içinde davacı tarafından plana itiraz edilmediği, uyuşmazlık konusu taşınmazda inşai faaliyette bulunulması üzerine, imar planında ilköğretim okulu alanında kalan taşınmaza ilişkin imar planı değişikliğinin uygulanmasına dair inşai faaliyeti 17.10.2006 günü öğrenen davacı tarafından 20.10.2006 tarihinde bakılan bu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, uyuşmazlık konusu planın uygulama işlemi niteliğinde olan inşai faaliyete başlama işleminin öğrenilmesi üzerine süresinde dava açıldığından, İdare Mahkemesince işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerekirken  davanın süre yönünden reddine karar verilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Çorum İdare Mahkemesince verilen 11.01.2007 günlü, E:2006/2033, K:2007/29 sayılı kararının BOZULMASINA,  dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 27.03.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.”

Danıştay 6. Dairesi 11.03.2002 tarihli ve 2001/767 E., 2002/1396 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

“Dosyanın incelenmesinden, 2577 sayılı Yasanın 10.maddesi kapsamında idari davaya konu olabilecek bir işlem tesisi için 1/5000 ölçekli nazım imar planı değişikliği istemiyle davalı idareye 20.1.2000 tarihinde başvuruda bulunulduğu, cevap verilmemesi üzerine dava açma süresi içinde zımni ret işleminin iptali istemiyle bu davanın açıldığı, her ne kadar 1992 yılında da plan değişikliği istenilmişse de, son başvurunun, 2577 sayılı Yasanın 10. maddesi kapsamında bir idari işlem tesisi için yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, idare mahkemesince, davacının 20.1.2000 tarihli başvurusunun 1992 yılındaki başvurusuyla aynı nitelikte kabul edilerek, taşınmazın imar planında yeşil alandan çıkarılarak yapılanmaya açılması yolundaki başvuruya cevap verilmeksizin oluşan ret işlemine karşı açılan davanın süre aşımı nedeniyle reddinde isabet görülmemiştir…”

  1. Uluslararası Hukuk
  2. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar… konusunda karar verecek olan, … bir mahkeme tarafından… görülmesini isteme hakkına sahiptir…”

  1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı

 Sözleşme’de açıkça yer almasa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96, 19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229). AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır (Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).

 Bununla birlikte AİHM; dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesini, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereği olarak kabul etmekte ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmayacağını belirtmektedir (Perez de Rada Cavanilles/İspanya, B. No: 28090/95, 28/10/1998, § 45). Ne var ki öngörülen süre şartlarının hukuka açıkça aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişilerin dava açma ya da kanun yollarına başvuru hakkını kullanamamaları söz konusu olduğunda mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğinin kabul edilmesi gerektiği değerlendirilmektedir (Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, § 35).

İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davanın hangi sürelerde açılması gerektiğini iç hukuk, uluslararası hukuk, Danıştay, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yerleşik kararları doğrultusunda yaptığımız izahlardan çıkarılması gereken sonuç İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına karşı açılacak davanın dava açma süresinin tebliğ ve ilanın son gününden sonra ki 60 gün olduğunu, istisna olarak ta  İmar planı,  plan değişiklikleri ve plan revizyonlarına dayalı uygulama işlemlerinin yapılması halinde uygulama işlemi ve dayanağı olan düzenleyici işleme karşı birlikte veya ayrı ayrı 60 günlük süre içerisinde iptal davalarının açılabileceğidir.

                                                                                                                                                   Av. Emrullah BEYTAR

SUBAT AYI SEÇME ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARI

(M.S., B. No: 2020/15221, 5/10/2023, § …)

Başvurucunun 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda düzenlenen suçlar kapsamında tutuklu olarak yargılandığı davada ağır ceza mahkemesi (mahkeme), tutukluluk durumunu önce farklı iki tarihte dosya üzerinden ardından da 6/3/2020 tarihinde duruşma açmak suretiyle incelemiş ve başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. Anılan duruşmanın ardından mahkeme, bir sonraki duruşma gününü beklemeksizin salgın hastalık nedeniyle alınan tedbirler kapsamında duruşmaların bir süre ertelenmesi hususunda karar vermek üzere resen duruşma açmış, başvurucunun ve müdafiinin yokluğunda yapılan duruşma sonunda başvurucunun tutukluluk hâlinin devamına karar vermiştir. 

Somut olayda, başvurucu en son duruşmalı incelemenin yapıldığı 6/3/2020 tarihinden 2 ay 26 gün sonra hâkim önüne çıkmış, buna göre başvurucunun tutukluluk durumunun kanunda belirlenen doksan gün içinde duruşma açılmak suretiyle incelendiği anlaşılmıştır. Bu itibarla kanuna açıkça aykırı bir durum söz konusu değildir. Ancak Anayasa Mahkemesi somut olaydaki müdahalenin dayanağı olan kuralın iptal talebine ilişkin olarak norm denetimi kapsamında yaptığı incelemede de söz konusu kuralın tutukluluğa ilişkin iddia ve savunmaların makul bir sürede mahkeme önünde dile getirilmesi güvencesiyle bağdaşmadığı ve müdahalenin ölçüsüz olduğu sonucuna varmış, kuralın Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle iptaline karar vermiştir.

Sonuç olarak başvurucunun şikâyete konu süreçte tutukluluğuna yönelik itirazlarını, tutuklanmasına dayanak olan delillerin içeriğine veya nitelendirilmesine yönelik iddialarını, lehine ve aleyhine olan görüş ve değerlendirmelere karşı beyanlarını, tahliye taleplerini hâkim/mahkeme önünde sözlü olarak dile getirmesi mümkün olmamıştır. Dolayısıyla başvurucunun tutukluluk durumunun 2 ayı aşan bir süre (2 ay 26 gün) boyunca duruşmasız olarak incelenmesinin olağan dönemde silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ile bağdaşmadığı kanaatine varılmıştır.

YÜKSEKÖĞRETİM KANUNU’NA EKLENEN BAZI KURALLARA İLİŞKİN KARAR

Anayasa Mahkemesi 28/12/2023 tarihinde E.2020/55 esas numaralı dosyada, 7243 sayılı Kanunun 7. Maddesiyle 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 53. Maddesinin (b) fıkrasının (2) numaralı bendine eklenen (r) alt bendinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin reddine, (t) alt bendinin; 13. Maddesiyle 2547 sayılı Kanun’un ek 11. maddesine eklenen on birinci ve on dördüncü fıkraların da aykırı olduğuna karar verilmiştir.

  1. Öğretim Elemanlarına Kınama Cezası Verilmesini Düzenleyen Kuralların İncelenmesi

1.Amirine Sözle Saygısızlık Eden Öğretim Elemanına Kınama Cezası Verilmesini Düzenleyen Kural

Dava konusu kuralla görevi sırasında amirine sözle saygısızlık eden öğretim elemanına disiplin cezası verilmesi düzenlemiştir.

İfade özgürlüğünün kamu düzeni doğrultusunda sınırlanabilmektedir. Kural, asgari nezaket ve saygı ortamının sağlanması amacı ile kınama cezası öngörmüştür. Aynı fiilin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu uyarınca aylıktan kesme disiplin cezasıyla ile cezalandırılmaktadır. Verilen disiplin cezasının yargı denetimine açık olduğu da dikkate alındığında kuralın orantısız değildir.

  1. Genel Ahlak ve Edep Dışı Tutum ve Davranışlarda Bulunan Öğretim Elemanına Kınama Cezası Verilmesini Düzenleyen Kural

Dava konusu diğer kuralda taşıdığı sıfatın gerektirdiği özen yükümlülüğüne aykırı, genel ahlak ve edep dışı tutum ve davranışlarda bulunmak öğretim elemanının kınama cezasıyla cezalandırılmasını düzenlemiştir.

Kural, öğretim elemanının görevi dışında, mesleki hayatına ilişkin olmayan veya kamu hizmetinin iyi ve düzenli şekilde sunulmasına herhangi bir etkisi olmayan mahremiyet alanı kapsamındaki özel yaşamına konu tutum ve davranışlarının da disiplin cezasına neden olması özel hayata saygı hakkına ve demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Vakıf Üniversitelerinin Faaliyet İzninin Geçici Olarak Durdurulmasını ve Faaliyet İzninin Kaldırılmasını Düzenleyen Kurallar

Dava konusu kuralda vakıf yükseköğretim kurumunun muaccel ve kısa vadeli borçlarının, toplam yıllık eğitim ve öğretim gelirleriyle veya mevcut mal varlığıyla ödeme imkanının bulunmadığının tespit edilmesi halinde faaliyet izninin geçici olarak durdurulması öngörülmüştür.

Vakıf yükseköğretim kurumları hakkında doğrudan faaliyet izninin geçici olarak durdurulması tedbiri, bu kurumların eğitim öğretim faaliyetlerinin geleceğini tehlikeye düşürmesi nedeniyle oldukça ağır bir tedbirdir.

Dava konusu diğer bir kuralda ise faaliyet izni geçici durdurulan vakıf yükseköğretim kurumunun, eğitim öğretim faaliyetleri için mülkiyetinde yeterli taşınmazı bulunmadığının veya mevcut mal varlığıyla eğitim öğretim faaliyetlerini sürdüremeyeceğinin tespiti halinde faaliyet izninin kaldırılacağı öngörülmüştür.

Faaliyet izninin kaldırılması geri alınması mümkün olmayan bir idari işlem niteliğinde olup vakıf yükseköğretim kurumunun tekrar başlaması mümkün değildir. Söz konusu düzenlemeler Anayasaya aykırıdır.

HUKUKİ YARARI BULUNANLARA DAVANIN İHBAR EDİLMEMESİ NEDENİYLE MAHKEMEYE ERİŞİM HAKKININ İHLAL EDİLMESİ

(Ayşe Durucan Saygı ve diğerleri [GK], B. No: 2020/17478, 29/11/2023)

Başvurucular, Millî Savunma Bakanlığı (İdare) tarafından millî savunma uzmanlığına kurum içinden geçiş için yapılan yazılı sınavda başarılı olarak sözlü sınava katılmaya hak kazanmış; ardından sözlü sınavda da başarılı olarak millî savunma uzmanı kadrosuna atanmıştır. İdare mahkemesi, Büro Memurları Sendikasının (Sendika) anılan sözlü sınavın tamamının iptali talebiyle açtığı davayı reddetmiştir. Bu ret kararına karşı Sendikanın istinaf kanun yoluna başvurması üzerine bölge idare mahkemesi, kararı kaldırarak dava konusu işlemin iptaline kesin olarak hükmetmiştir. Danıştay, davalı İdarenin temyiz talebini bölge idare mahkemesi kararının kesin olduğu gerekçesiyle incelemeksizin reddetmiştir.

Sözlü sınavın bölge idare mahkemesi kararı ile iptal edilmesi üzerine, millî savunma uzmanı olarak atanan personelin tamamının görevine İdarece son verilmiştir. Başvurucular, görevlerine son verilmesine ilişkin yazının -yazıldığı gün- tebliğ edilmesi sonucu nihai karardan haberdar olduklarını belirtmiştir.

Öte yandan başvurucuların haklarını doğrudan etkileyen söz konusu davadan haberdar edilmelerindeki bireysel yararın usul ekonomisinin gözetilmesindeki kamusal yarara göre baskın bir nitelik taşıdığı görülmüştür. Bu bağlamda davanın ihbar edilmemesinin kamu yararı ile bireysel yarar arasında gözetilmesi gereken dengeyi başvurucular aleyhine ciddi bir şekilde zedelediği anlaşılmış, mahkeme huzurunda iddia ve delillerini öne sürme imkânından yoksun bırakılmalarının başvuruculara aşırı ve orantısız bir külfet yüklediği değerlendirilmiştir. Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.

CEZA İNFAZ KURUMLARINDA BULUNAN BAZI KİŞİLERE GELEN KİTAPLARIN TESLİM EDİLMEMESİ NEDENİYLE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İHLAL EDİLMESİ

(Serdar Güzelçay ve diğerleri [GK], B. No: 2022/66987, 21/12/2023)

Farklı ceza infaz kurumlarında tutuklu ya da hükümlü olarak bulunan başvuruculara posta yoluyla gelen bazı kitaplar, infaz kurumu eğitim kurullarının aldığı kararlar uyarınca kendilerine teslim edilmemiştir. Başvuruculara teslim edilmeyen muhtelif kitaplar hakkında başvuru tarihleri itibarıyla mahkemelerce verilmiş bir satış yasağı, toplatma ya da elkoyma kararı bulunduğu ileri sürülmemiştir. Bunun üzerine başvurucular, derece mahkemelerine başvurmuş; derece mahkemeleri ise söz konusu kitapların başvuruculara verilmemesine karar vermiştir. 

Başvurulara konu idari kararlar ile derece mahkemelerinin kararlarına bir bütün olarak bakıldığında kararların konu ile ilgili ve yeterli bir gerekçe içermediği görülmektedir. Somut olay bağlamında bir değerlendirme yapıldığında süresiz yayınların ceza infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlülere teslim edilip edilmemesinde keyfîliği engelleyecek, aynı hukuki durumda bulunanlara aynı uygulamanın yapılmasını sağlayacak, açık, yol gösterici ve istikrarlı idari uygulamaları garanti edecek bir mekanizmanın bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak mahpuslara süresiz yayınların verilmesi meselesine ilişkin idari ve hukuki tedbirler alınarak bu alanda yayınların yeknesak, hakkaniyete uygun ve Anayasa Mahkemesinin öngördüğü kriterleri karşılayan bir yöntemle mahpuslara tesliminin sağlanması yönünden etkin bir düzen kurulması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu yapısal sorun devam edecek ve demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bu durum Anayasa’nın 26. maddesinde korunan ifade özgürlüğünün sürekli olarak veya yineleyen biçimde ihlaline neden olacaktır. Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine karar vermiştir.

ULUSAL MARKER SORUNU VE MAHKEMELERİN İDARİ PARA CEZALARINA YAKLAŞIMI

ULUSAL MARKER SORUNU VE MAHKEMELERİN İDARİ PARA CEZALARINA YAKLAŞIMI

Akaryakıt istasyonlarının karşılaştığı önemli sorunların başında denetimler esnasında satılan akaryakıtın içinde ki ulusal marker seviyesi geçersiz olduğu gerekçesiyle kesilen idari para cezası uygulamaları gelmektedir.

5015 sayılı Kanunun 18’inci maddesi ile öngörülen Ulusal Marker uygulaması, 01.01.2007 tarihi itibarıyla yurt içinde pazarlanacak olan benzin, motorin ve biodizel yakıtlara ulusal marker eklenmesi uygulamasına geçilmiştir.  Bu uygulamanın kapsamı 01.07.2013 tarihinden itibaren gazyağı ve naftayı içine alacak şekilde genişletilmiştir.

Kimyasal niteliğe sahip olan ulusal marker piyasa da satılan akaryakıtın kaçak olup olmadığını belirleme de önemli bir rol oynamaktadır. Ulusal marker kullanımı ile birlikte petrol piyasasında kaçak satışlar neredeyse bitme noktasına gelmiştir.

Ulusal marker sıvı ve kimyasal niteliğe sahip olup üretim formülü gizli tutulmakta olup dağıtım firmaları tarafından piyasaya sunulan akaryakıt içine enjekte edilmektedir.

 Anayasa Mahkemesine yapılan bir başvuru üzerine yüksek mahkemenin EPDK’ya yöneltmiş olduğu bazı sorulara kurumun vermiş olduğu cevapta “ulusal marker”ın kullanımını şu şekilde beyan etmişlerdir:

“Rafinerici ya da dağıtıcı lisans sahiplerine teslim edilen ulusal marker, uygulama kapsamındaki ürünlere rafineri çıkışında, gümrük girişinde veya ilk defa ticari faaliyete konu edileceği diğer tesislerde konsantrasyonda olacak şekilde ilgili lisans sahipleri tarafından bağımsız gözetim firması nezaretinde eklenmektedir.

Ulusal marker ekleme işlemleri otomatik dozaj kontrollü enjeksiyon cihazları
kullanılmak suretiyle yapılmaktadır. Ekleme işlemi tamamlandıktan sonra ve
akaryakıt piyasaya arz edilmeden önce yeterli şart ve seviyenin sağlanıp
sağlanmadığı lisans sahiplerince kendi ellerindeki cihazlarla (marker K+) kontrol
edilmektedir. Ulusal markere ilişkin saha denetimlerinde ulusal marker kontrol
cihazları (marker XP+) kullanılmaktadır. Denetim sonucunda alınan numuneler
akredite laboratuvarlarda marker referans cihazlarıyla kontrol edilmektedir.
Akaryakıt içindeki ulusal marker seviyesinin belirlenmesinde nihai olarak akredite
laboratuvarlarda yapılan ölçümler esas alınmaktadır.”(AYM, Şeyhmuz Çakar, B.No 2020/5094 & 22.i)

Kaçak akaryakıtın önüne geçilmek üzere geliştirilmiş bu formül uygulamada her zaman sağlıklı sonuçlar vermemektedir. Bu durumun mağduru da her zaman akaryakıt bayileri olmuştur.

Çünkü rutin ulusal marker ekleme işlemleri sırasında homojenleşme sağlanmakla birlikte istisnai olarak enjeksiyon sisteminden kaynaklı olarak homojen karışmama ve tabakalaşma gibi teknik sorunlarla karşılaşılabilmektedir. Bazı denetimler de yakıt tank seviyesinin aşağılara düşmüş olması da ulusal marker seviyesinin doğru bir şekilde tespit edilmesini engellemektedir. Bundan dolayı denetimler esnasında yakıt tankında ki yakıtın seviyesi mutlaka tespit edilmelidir.

Ulusal marker seviyesinin geçersizliğinden dolayı EPDK tarafından akaryakıt bayilerine yönelik idari tedbirler uygulama yetkisi ve bu yetkinin sınırlarının ne olduğunu ulusal ve uluslararası hukukta düzenlenmiştir.  

A) Ulusal Hukuk’ta Düzenleme Şekli:

5015 sayılı Petrol Piyasası Kanun’un “Lisans sahiplerinin temel hak ve yükümlülükleri” kenar başlıklı 4. maddesinin dördüncü fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

“Bu Kanuna göre faaliyette bulunanlar;

ı) Piyasa faaliyetlerinde, Kurulun belirleyeceği teknik düzenlemelere uygun akaryakıt sağlamak,

  1. l) Kaçak akaryakıt veya sahte ulusal markerelde etmeye, satmaya ya da herhangi bir piyasa faaliyetine konu etmeye yarayacak şekilde lisansa esas teşkil eden belgelerde belirlenenlere aykırı sabit ya da seyyar tank, düzenek veya ekipmanı bulundurmamak,

İle yükümlüdür.”

5015 sayılı Kanun’un “Bayiler” kenar başlıklı 8. maddesinin ikinci fıkrası şöyledir:

“Bayiler lisanslarının devamı süresince;

  1. a) Bayisi olduğu dağıtıcı haricinde diğer dağıtıcı ve onların bayilerinden akaryakıt ikmali yapılmaması,
  2. b) Tağşiş ve/veya hile amacıyla akaryakıta katılabilecek ürünlerin akaryakıta katılmaması ve istasyonunda bulundurmaması,

İle yükümlüdür.”

5015 sayılı Kanun’un Ulusal marker kenar başlıklı 18. maddesinin 6455 sayılı Kanun’un 43. maddesiyle değişik hâli şöyledir:

“Yurt içinde pazarlanacak akaryakıta veya akaryakıtla harmanlanan ürünlere rafineri çıkışında veya serbest dolaşıma girişinde rafinericilerce ve dağıtıcılarca Kurumun belirleyeceği şart ve özellikte ulusal marker eklenir. Biyoyakıt ilk üretim merkezleri ile tasfiye edilecek akaryakıt için ulusal marker ekleme noktaları Kurum tarafından belirlenir. Ulusal marker ekleme işlemleri Kurumca yetki verilen bağımsız gözetim firmalarının nezaretinde Kurumun belirleyeceği usul ve esaslara göre yapılır. Ulusal marker ekleme işlemlerinde meydana gelecek usulsüzlüklerden lisans sahibi ile bağımsız gözetim firmaları müştereken sorumludur.

Ulusal marker eklemekle yükümlü lisans sahipleri, her yıl Kasım ayı içinde takip eden yıla ait pazarlama projeksiyonlarını Kuruma bildirir ve bu projeksiyona göre Kurumca temin edilecek ulusal marker, Kurumca belirlenecek usul ve esaslara göre akaryakıta eklenmek üzere ilgili lisans sahiplerine teslim edilir.

Kurum, ulusal marker ve idarî ve teknolojik yöntemler ile bir denetim sistemini kurar. Valilikler, görevli elemanların başvurusu halinde denetim amaçlı alınacak numunelerin kullanıcı ve bayilerden alınmasını ve emniyetini sağlamakla yükümlüdür.

Numunelerde yapılacak testlerde ulusal markerin gerektiği şart ve seviyede bulunmadığı laboratuvar analizi ile tespit edildiğinde, 19’uncu madde hükümleri uygulanır.”

5015 sayılı Petrol Piyasası Kanun’un “İdari para cezaları” kenar başlıklı 19. maddesi şöyledir:

“Bu Kanuna veya ilgili mevzuata aykırı faaliyet gösterilmesi hâlinde sorumluları hakkında Kurulca aşağıdaki idari para cezaları uygulanır:

  1. a) Aşağıdaki hallerde iki milyon Türk Lirasından az olmamak ve on milyon Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetinden elde edilen net satış hasılatının binde ondördü oranında idari para cezası uygulanır:

1) Rafinerici, dağıtıcı, taşıma, ihrakiye, işleme, depolama, iletim, madeni yağ üretimi ve serbest kullanıcı lisansı kapsamına giren faaliyetlerin lisans almaksızın yapılması.

2) 18’inci maddenin ihlali.

3) 4’üncü maddenin dördüncü fıkrasının (l) bendinin ihlali.

 4) 8’inci maddenin ikinci fıkrasının (b) bendinin ihlali.

  1. b) Bayilik lisansı sahipleri yönünden (a) bendinde yer alan cezaların yarısı uygulanır.
  2. c) Ulusal marker ekleme işlemlerine nezaret etmek üzere yetki verilen bağımsız gözetim firmalarına, yükümlülüklerini yerine getirmemeleri hâlinde ulusal markere ilişkin olarak lisans sahibine (a) bendi uyarınca uygulanan cezanın dörtte biri uygulanır.

ç) Aşağıdaki hallerde bayilik faaliyetinde bulunanlar hariç olmak üzere sorumlulara, bir milyon iki yüz elli bin Türk Lirasından az olmamak ve altı milyon iki yüz elli bin Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetine ilişkin net satış hasılatının binde onikisi oranında idari para cezası uygulanır:

1) 9’uncu maddede yer alan kısıtlamalara uyulmaması (yedinci fıkra hariç).

2) 5’inci, 6’ncı ve 7’nci maddelerin ihlali.

3) Kurumca, 10’uncu madde gereği yapılan uygulamaların dolaylı veya dolaysız olarak engellenmesi veya engellemeye teşebbüs edilmesi.

  1. d) Aşağıdaki hallerde sorumlulara, beş yüz elli bin Türk Lirasından az olmamak ve iki milyon yedi yüz elli bin Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetine ilişkin net satış hasılatının binde onbiri oranında idari para cezası uygulanır:

1) 4’üncü maddenin üçüncü fıkrasının ihlali.

2) Bayilik faaliyetinde bulunanlar hariç olmak üzere 4’üncü maddenin üçüncü fıkrası ile dördüncü fıkrasının (d) ve (l) bendi dışındaki hükümlerinin ihlali.

 3) Bayilik faaliyetinde bulunanlar hariç olmak üzere sahip olunan lisansın verdiği haklar dışında faaliyet gösterilmesi.

4) 12’nci maddede yer alan hükümler dahilinde iletim ve depolama tesislerine erişimin dolaylı veya dolaysız olarak engellenmesi.

5) 17’nci maddenin ihlali.

  1. e) Serbest kullanıcı lisansı sahiplerince (d) bendinde yer alan fiillerin işlenmesi hâlinde, elli bin Türk Lirasından az olmamak ve yüz bin Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetine ilişkin net satış hasılatının binde beşi oranında idari para cezası uygulanır.
  2. f) Aşağıdaki hallerde sorumlulara yüz yirmi beş bin Türk Lirasından az olmamak ve altı yüz yirmi beş bin Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetine ilişkin net satış hasılatının binde onu oranında idari para cezası uygulanır:

1) Lisans almaksızın bayilik faaliyeti yapılması.

2) 9’uncu maddenin yedinci fıkrasının ihlali.

3) 8’inci maddenin ihlali (8’inci maddenin ikinci fıkrasının (b) bendi hariç).

4) Bayilik lisansı sahiplerince lisansın verdiği haklar dışında faaliyet gösterilmesi.

5) 4 üncü maddenin üçüncü fıkrası ile dördüncü fıkrasının (d) ve (l) bendi dışındaki hükümlerinin bayilik lisansı sahiplerince ihlali.

6) Bayilik lisansı sahiplerince 10’uncu maddenin ihlali.

  1. g) Kanunun 16’ıncı maddesi uyarınca ulusal petrol stoğu tutma yükümlülüğü bulunan lisans sahiplerine, tespit tarihinde eksik tutulan her bir ton ürün için iki yüz elli Türk Lirası idari para cezası verilir. Eksik tutulan stok miktarının hesabında ton küsuratı dikkate alınmaz. Bu bent kapsamında uygulanan idari para cezası, ulusal petrol stoğunun tamamlayıcı kısmının finansmanı için kullanılır.

ğ) Kurum tarafından yapılan düzenlemeler uyarınca biodizel, etanol ve benzeri harmanlama yükümlülüğü bulunan lisans sahiplerine, eksik harmanlanan her bir metreküp ürün için iki yüz elli Türk Lirası idari para cezası uygulanır.

  1. h) (Ek:29/4/2021-7318/9 md.)12 Denetim sistemini usulüne uygun olarak kurmak ve uygulamak üzere yetkilendirilen tüzel kişilere, yükümlülüklerini yerine getirmemeleri hâlinde dağıtıcı lisansı sahibine (ç) bendi uyarınca uygulanan cezanın onda biri uygulanır.

 ı) Yukarıda belirtilenlerin dışında kalan ancak bu Kanunun getirdiği yükümlülüklere, ikincil mevzuat veya lisans hükümlerine, Kurul kararlarına uymayanlara Kurumca yüz on bin Türk Lirasından az olmamak ve beş yüz elli bin Türk Lirasını geçmemek üzere fiilin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetine ilişkin net satış hasılatının binde sekizi oranında idari para cezası uygulanır.

Ceza uygulanan bir fiilin iki yıl geçmeden aynı kişi tarafından tekrar işlenmesi hâlinde, idari para cezaları iki kat olarak uygulanır.

Bu Kanunun 20’nci maddesi ve bu madde hükümlerine göre yürütülen idari işlemler, lisans sahibinin Kuruma bildirdiği elektronik tebligat adresine tebliğ edilir. Kuruma bildirilen elektronik tebligat adresine tebligatın zorunlu bir sebeple yapılamaması hâlinde Kuruma bildirilen adrese yapılan bildirim tebligat yerine geçer.

Bu Kanun kapsamında verilen idari para cezaları tebliğ tarihinden itibaren bir ay içinde ödenir. Süresinde ödenmeyen idari para cezaları, 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri gereğince tahsil edilmek üzere ilgili vergi dairesine gönderilir. Bu Kanun kapsamında verilen idari para cezalarına karşı yargı yoluna başvurulması, ilgili vergi dairesine idari para cezasına ilişkin banka teminat mektubu verilmesi durumu hariç tahsil işlemlerini durdurmaz. Teminat mektubunun miktarı, türü, hangi şartlarda paraya çevrileceği ve diğer hususlar Kurumca yapılacak düzenlemeler ile belirlenir.

 Kurul, bu maddede belirtilen fiillerin işlendiği tarihten bir önceki yılda ilgili lisansa konu petrol piyasası faaliyetinden elde edilen net satış hasılatının olmaması veya tespitinin yapılamaması hâlinde, tespit edeceği akaryakıt ikmali veya satışı ve benzeri delillerden hareketle fiile ilişkin olarak bu maddenin ilgili bentlerinde belirlenmiş olan oranlar ve asgari azami had dâhilinde, hiçbir tespit yapılamaması hâlinde ise mevzuata aykırı fiili icra edenin petrol piyasası faaliyetinin emsali olabilecek petrol piyasası faaliyetinden elde edilen net satış hasılatını esas almak suretiyle fiile ilişkin olarak bu maddenin ilgili bentlerinde belirlenmiş olan oranlar ve asgari azami had dâhilinde ceza tayininde bulunur.” demektedir. 

B)Uluslararası Hukukta Düzenlenme Şekli:

Ulusal marker seviyesinin geçersizliği gerekçe gösterilerek EPDK tarafında kesilen idari para cezaları ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sözleşme ile teminat altına alınmış olunan temel haklardan yola çıkarak ortaya koyduğu yaklaşım şu şekilde olmuştur.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol’ün “Mülkiyetin korunması” kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ister suç gelirlerinin elde edilmesinin önüne geçilmesi için müsadere olarak uygulansın isterse de doğrudan uygulansın para cezalarının veya kazanç müsaderesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini kabul etmektedir. AİHM, bu suretle yapılan müdahalenin Sözleşme’ye ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci paragrafı kapsamında mülkiyetin kullanılmasının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerektiği görüşündedir (Butler/Birleşik Krallık (k.k.), B. No: 41661/98, 27/6/2002; Phillips/Birleşik Krallık, B. No: 41087/98, 5/7/2001, §§ 50, 51; Konstantin Stefanov/Bulgaristan, B. No: 35399/05, 27/6/2015, §§ 57, 58).

 Konstantin Stefanov/Bulgaristan kararına konu olayda başvurucu avukatın ücreti yetersiz bulması nedeniyle zorunlu müdafi olmayı reddederek duruşmadan ayrılması üzerine ceza mahkemesince başvurucu avukata yaklaşık 260 avro tutarında para cezası verilmiştir. AİHM, şikâyet edilen cezaya konu paranın mülk teşkil ettiğini ve bu para cezasının uygulanmasının da mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğini belirtmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, § 57).

AİHM’e göre uygulanan para cezası Sözleşme’nin anlamında bir yaptırım teşkil etmektedir. Bu sebeple müdahale, taraf devletlere yaptırımların ödenmesini sağlamak için mülkiyetin kullanımını kontrol yetkisi tanıyan Sözleşme’ye ek 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci paragrafı çerçevesinde değerlendirilmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, § 58).

AİHM; para cezasının açık, öngörülebilir ve ulaşılabilir mahiyette bir kanuna dayandığını, yargılamanın etkin ve gecikmeden sürdürülmesi yönünde kamu yararına dayalı meşru bir amacının da bulunduğunu tespit etmiştir (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, §§ 63, 64). AİHM, ölçülülük yönünden yaptığı değerlendirmede ise farklı unsurları ele almıştır. Öncelikle duruşmanın ertelenmesini önlemek amacını vurgulamıştır. AİHM, caydırıcı bir etkinin sağlanması için parasal bir cezanın uygulanabileceğini belirtmiş ve bu alanda devletlerin geniş bir takdir yetkisi olduğuna dikkat çekmiştir. AİHM bu bağlamda en önemli güvencenin ise başvurucuya uygulanan cezaya karşı itiraz edebilme hakkının tanınması olduğunu ve somut başvuruda ise başvurucuya uygulanan cezaya ilişkin karar verme usulünün keyfî olduğunun ortaya konulamadığını belirtmiştir. AİHM son olarak başvurucuya verilen para cezasının üst sınırdan uygulanmakla beraber aşırı veya orantısız olmadığını değerlendirmiş, başvurucunun mülkiyet hakkı ile kamu yararı arasında olması gereken adil dengenin bozulmadığı sonucuna varmıştır (Konstantin Stefanov/Bulgaristan, §§ 65-70).” (Necat Kaya, B. No: 2017/31072, 20/10/2020, §§ 30-33.)

Ulusal Mahkemelerin Ulusal ve Uluslararası Mevzuata Yaklaşımı:

Anayasa Mahkemesi bir kararında; “5015 sayılı Kanun’un 18. maddesinin birinci fıkrasında, yurt içinde pazarlanacak akaryakıta veya akaryakıtla harmanlanan ürünlere rafineri çıkışında veya serbest dolaşıma girişinde rafinericilerce ve dağıtıcılarca EPDK’nın belirleyeceği şart ve özellikte ulusal marker eklenmesi yükümlülüğü getirilmiştir. Öte yandan aynı maddenin dördüncü fıkrasında numunelere yapılacak testlerde ulusal markerin gerektiği şart ve seviyede bulunmadığı laboratuvar analizi ile tespit edildiğinde, Kanun’un 19. maddesi uyarınca idari para cezası uygulanması öngörülmüştür.

Yurt içinde pazarlanacak akaryakıta veya akaryakıtla harmanlanan ürünlere ulusal marker eklenmesinin amacı akaryakıt kaçakçılığını önlemektir. Lisans sahiplerine marker eklenmiş ürün satma yükümlülüğü getirilerek rafinerilerden çıkmayan ya da kanunlara uygun olarak serbest dolaşıma girmeyen akaryakıt ürünlerinin piyasaya arz edilmesi önlenmeye çalışılmaktadır. Sistemin işlemesini temin etmek için de marker eklenmiş ürün satma yükümlülüğüne aykırı hareket eden lisans sahiplerine idari para cezası yaptırımı uygulanması yetkisi kamu makamlarına tanınmıştır. Akaryakıt kaçakçılığının önlenmesini sağlama amacına ulaşılabilmesi için marker eklenmiş ürün satma yükümlülüğü getirilmesinin ve bunun ihlali hâlinde idari para cezası öngörülmesinin elverişli bir araç olduğu görülmektedir (Ö. Ltd. Şti., B. No: 2018/18975, 15/9/2021, § 62).

Akaryakıt kaçakçılığıyla mücadelede hangi tedbirlerin gerekli olduğunun değerlendirilmesi öncelikli olarak ilgili kamu makamlarının yetkisindedir. Bu alanda ne gibi tedbirlerin alınması gerektiği hakkında sorumlu ve yetkili otoriteler daha isabetli karar verebilecek konumdadır. Bu nedenle hangi tedbirin uygulanacağının belirlenmesi hususunda idarelerin belli ölçüde takdir yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki seçilen aracın gerekliliğine ilişkin olarak idarelerin sahip olduğu takdir yetkisi sınırsız değildir. Tercih edilen aracın müdahaleyi ulaşılmak istenen amaca nazaran bariz bir biçimde ağırlaştırması durumunda Anayasa Mahkemesince müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna ulaşılması mümkündür. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kapsamda yapacağı denetim, seçilen aracın isabet derecesine yönelik olmayıp hak ve özgürlükler üzerinde oluşturduğu müdahalenin ağırlığına dönüktür (Ö. Ltd. Şti., § 63).

Bu manada akaryakıt veya akaryakıtla harmanlanan ürün satan gerçek ve tüzel kişilere ulusal marker eklenmiş ürün satma yükümlülüğünün getirilmesinin ve bunun ihlali hâlinde ölçülü bir yaptırım uygulanmasının idarenin takdir yetkisi kapsamında olduğunun kabulü gerekir. Somut olayda başvurucunun ulusal marker eklenmiş ürün satma yükümlülüğünün getirilmesine yönelik bir şikâyeti olmadığı gibi bunun ihlali durumunda yaptırım uygulanmasına dair de genel bir itirazı mevcut değildir. Başvurucunun temel şikâyeti, ulusal marker seviyesinin tespiti amacıyla tanktaki seviyesi 10 cm’nin altında olan akaryakıttan alınan numunenin sağlıklı sonuç vermeyeceğidir. Başvurucu, bu koşullarda kendisinden kaynaklanmayan eksikliklerden sorumlu tutulmasının hakkaniyetli olmadığını savunmaktadır.

Başvurucunun imkân ve kudretinin üzerinde olan bir yükümlülükle ödevlendirilmesi veya imkân ve kudretiyle önlemesi mümkün olmayan bir yükümlülüğün ihlali hâlinde yaptırıma maruz bırakılması seçilen aracın gerekliliği noktasında soru işaretlerinin oluşmasına yol açabilir. Belirtilmelidir ki başvurucunun ulusal marker seviyesinin geçersiz çıkmasının numunenin akaryakıt miktarının 10 cm’nin altında olduğu bir tanktan alınması ve bu yüzden numunenin sağlıklı sonuç vermeyeceği iddiası ciddiyetten uzak değildir. Başvurucu bu iddiayı soyut olarak öne sürmemiş, Manisa Sanayi Ticaret ve İl Müdürlüğünce düzenlenen 11/9/2007 tarihli tutanak ve açılan ceza davasının gerekçesiyle bunu desteklemiştir. Gerçekten EPDK Petrol Piyasası Daire Başkanlığı, Türk Standartları Enstitüsü, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı Ölçüler ve Standartlar Genel Müdürlüğü tarafından Ceza Mahkemesine verilen cevaplarda tanktaki seviyesi 10 cm’nin altında olan bir akaryakıttan numune alınması hâlinde tankın dibindeki dip suyu ve dip tortusu numunenin içine gireceğinden numunenin sağlıklı olmayacağının belirtildiği görülmüştür. Nitekim Ceza Mahkemesi belirtilen Kurumların bu yazılarını dikkate alarak numunelerdeki ulusal marker seviyesinin geçersiz çıkmasının başvurucunun fiilinden kaynaklanmamış olabileceği sonucuna ulaşmış ve başvurucunun beraatine karar vermiştir. EPDK tarafından Anayasa Mahkemesine gönderilen 21/4/2021 tarihli yazıda da yapılan kontrol sırasında marker seviyesinin geçersiz çıkmasının homojenleşememe veya tabakalaşma benzeri teknik sorunlardan kaynaklanıp kaynaklanmadığının tespitinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.

Başvurucu, Ceza Mahkemesi kararını idari yargı yerinin dikkatine sunmuştur. Buna karşılık idari yargı mercilerince başvurucunun ulusal marker seviyesinin tespiti amacıyla akaryakıt miktarının 10 cm’nin altında olduğu bir tanktan alınan numunenin sağlıklı sonuç vermeyeceği yolundaki iddiasıyla ilgili olarak hiçbir değerlendirme yapılmamıştır.

Yargılama makamlarının tarafların her türlü iddialarını karşılama yükümlülüklerinin bulunmadığı kabul edilmelidir. Ancak uyuşmazlığın esasının karara bağlanmasında etkili olabilecek iddiaların ilgili ve yeterli bir gerekçeyle cevaplanmaması, idarenin tezlerinin peşinen doğru kabul edilmesi ve yargı yoluna başvurulmasını anlamsız hâle getirebilir. Başvurucunun ölçüm seviyesiyle ilgili iddiasının hakikat temelinin bulunup bulunmadığıyla ilgili olarak yorum yapılması Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte az önce ifade edildiği gibi bu iddianın uyuşmazlığın esasını etkileyebilecek nitelikte olduğu başvurucu tarafından yeterli ölçüde temellendirilmiştir. Bu aşamadan sonra yargı mercilerinden bu ihtimali devre dışı bırakan peşin bir yargıyla hareket etmemeleri, bunu ciddiyetle ele aldıklarını göstermeleri ve başvurucuda oluşan tereddütleri gidermeye yönelik inceleme yapmaları veya kararlarında bu hususu gerektiği gibi tartışmaları beklenir. Bununla birlikte somut olayda derece mahkemelerinin bu yönde bir adım attıkları söylenemeyecektir.

Öte yandan yargı mercilerinin maddi olayın tespitinde aksi ispat edilemeyecek ve savunma yapmayı değersiz kılacak varsayımlara dayanmaları başvuruculara tanınan usul güvencelerini anlamsız hâle getirebilir. Kuşkusuz Anayasa, mahkemelerin maddi ve hukuki karinelerden hareketle çıkarımlar yapmasını yasaklamamaktadır. Ancak mahkemeler bu tür çıkarımlarda bulunurken muhatabı, kendisini savunmasını anlamsız kılacak ölçüde dezavantajlı konuma düşürmemeye özen göstermelidir. Bu bağlamda idari organlarca tesis edilen işlemlere karşı açılan davalarda idarece yapılan tespitlerin peşinen doğru kabul edilmesi başvurucuların savunma hakkını önemli ölçüde kısıtlar. İdari işlemler hukuka uygunluk karinesinden yararlansa da bu karine idari işlemin hukukiliğini inceleyen yargı mercii yönünden geçerli kabul edilemez. Aksi takdirde idari organlara görece üstün bir statü tanınmış olur ki bu durum söz konusu işleme karşı dava açılmasını beyhude bir çabaya dönüştürür. Somut olayda derece mahkemelerinin akaryakıtın marker seviyesinin geçersiz çıkmasının başvurucunun ölçümün usulüne uygun yapılmadığı yolundaki savunmasını anlamsız kılmadıklarını ve bunu ciddiye aldıklarını gösterebildiklerini söylemek güçtür.

Bu koşullarda, ulusal marker seviyesinin geçersiz çıkmasının başvurucudan sâdır olmayan ve başvurucunun kendi kudret ve imkânlarıyla önlemesi mümkün olmayan sebeplerden kaynaklanmadığı hususunun idare veya yargı mercilerince açıklığa kavuşturulmaması karşısında aksi kanıt getirerek sorumluluktan kurtulma imkânından mahrum kalacak düzeyde ağır sorumluluk ve külfetin başvurucuya yüklendiği kanaatine varılmıştır. Bu bağlamda mahkeme kararının gerekçesi dikkate alındığında başvurucunun açtığı davada ortaya koyduğu iddiaya rağmen bu hususun tartışılmamış ve bir değerlendirmenin yapılmamış olması yargılamanın bütünü yönünden adil yargılanma hakkını ihlal eder niteliktedir.

Öte yandan başvurucunun uyuşmazlığın sonucuna doğrudan etkili, ayrı ve açık yanıt gerektiren iddialarının ilk derece mahkemesince kararda tartışılmamasına ve gerekçe oluşturulmamasına rağmen başvurucu tarafından ileri sürülen esaslı iddiaların temyiz merciince de karşılanmadığı görülmüştür. Bu durumun yargılamayı bir bütün hâlinde adil olmaktan çıkardığı ve reddedilen davada ilgili ve yeterli gerekçe standardının sağlanamadığı kanaatine varılmıştır.”(AYM, Şeyhmuz Çakar, B.No 2020/5094 & 43-52)

Anayasa mahkemesi kararlarından alıntıladığımız bölümlerden de açıkça anlaşılacağı üzere ulusal marker seviyesinin geçersizliğinden dolayı kesilen idari para cezaları ve müsadere kararlarına karşı açılmış olunan davalarda derece mahkemeleri ve temyiz makamı olan Danıştay’ın yaklaşımının bayi sahiplerine aşırı derece külfet ve sorumluluk yükleyecek şekilde biçimlendiğini, bu durumun ulusal ve uluslararası hukuka uygun olmadığı yönünde olmuştur.

Anayasa Mahkemesi ulusal marker seviyesinin geçersizliğine dayanarak kesilen idari para cezalarına ilişkin yapılan bireysel başvurularla ilgili kararlarda ihlal kararı vermiştir. AYM’nin bu ihlal kararlarından sonra derece mahkemelerinin uygulamasının nasıl bir şekil alacağını derece mahkemeleri ve temyiz makamının kararlarıyla ortaya çıkacaktır.                                                                                                                                  

Av. Emrullah Beytar